FEZA KÖSE
  BİLİYORMUSUNUZ 3
 

Vücudumuz

Gnsan vücudunda yaklaGık 100 trilyon hücre vardır. Her dakika bunlardan 300 milyonu ölür. Eğer
sürekli olarak yenilenmeselerdi, bütün hücreler 330 gün içinde ölecekti.

Su, vücudun %69'unu teGkil eder. Normal bir insanda yaklaGık 47 litre su vardır. Teneffüs,
terleme ve boGaltım ile her gün 2.4 litre su kaybedilir. Su, vücuttaki çoğu dokunun %20 ile
%80'ini ,beyin dokusunun ise %85'ini oluGturur. Eğer 73 kilogramlık bir insanın vücudundaki
suyun tamamı çıkarılacak olsaydı, geriye sadece 29 kilogramlık bir vücut kalacaktı.

Su dıGında vücutta birçok madde daha mevcuttur. Mesela normal bir vücutta, küçük bir
sundurmayı yıkayacak kadar sönmüG kireç, 7 büyük sabun kalıbı yapacak kadar yağ, orta boy bir
kavanozu dolduracak kadar Geker, 6 tuzluğu dolduracak kadar tuz, 9 bin kurGun kalem yapacak
kadar karbon(13kg), 2 bin 2 yüz tane kibrit yapacak kadar fosfor, 25 milimetrelik bir çivi yapacak
kadar demir, bir kaGık sülfür ve 30 gram diğer metaller bulunur.

 

 Piramitlerin sırrı

* Pramitlerin her biri 20 ton olan taGlardan inGa edilmiGtir. Bu taGlar temin etmek için en yakın
mesafe yüzlerce kilometre uzaklıktadır. Bu taGların nasıl getirildiği bilinmemektedir.

* Pramit kimin adına yapıldıysa, onun bulunduğu odaya, yılda sadece 2 kez güneG
girmektedir.(Doğdugu ve tahta tahta çıktığı günler)

* Mumyalarda radyoaktif madde bulunuyor. Bu yüzden mumyaları ilk kez bulan 12 bilim adamı
kanserden ölmüGtür.

* Pramitlerin içerisinde ultra sound, radar, sonar gibi cihazlar çalıGmamaktadır.

* KirletilmiG suyu, birkaç gün pramit'in içine bırakırsanız suyu arıtılmıG olarak bulursunuz.

* Pramit'in içerisinde süt birkaç gün süreyle taze kalır ve sonunda bozulmadan yoğurt haline
gelir.

* Bitkiler pramit'in içinde daha hızlı büyürler.

* Pramit'in içine bırakılmıG su 5 hafta süreyle bekletildikten sonra yüz losyonu olarak
kullanılabilir.

* Çöp bidonu içindeki yemek artıkları hiç koku yapmadan pramit içinde mumyalaGır.

* Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar büyükçe bir pramit'in içinde daha cabuk iyileGme eğilimi
gösterir.

*Pramitlerin bazı odalarının içinde ne olduğu hakkında bir bilgi yoktur araGtırmacıların çoğu ya
içinde kayboldu ya da aynı yerde birkaç tur attılar. Ancak içlerini göremediler.

*Pramitlerin içi yazın soğuk, kıGın sıcak olur.

 

 Topkapı Sarayı.ndaki yasak nasıl delindi?

Topkapı Sarayı.nın hazine dairesinden hiçbir Gey dıGarı çıkamazdı. 2. Abdülhamit, kızı AyGe.ye
taç yaptırmak için model olarak kullanılmak üzere 3. Mehmet.in muhteGem sorgucunu saray
kâhyasından istedi. Kâhya padiGahtan muayyen vadeli bir senet almadan sorgucu vermedi. Bu
tutum Abdülhamit.in çok hoGuna gitti. Kâhyaya 100 altın hediye etti. Süresi geldiğinde sorgucu
kâhyaya iade edip vermiG olduğu senedi geri aldı.

 

 PadiGahların sihirli bitkisi neydi?

 “Anber” çok eskiden beri hükümdar hazinelerine giren, hükümdarlar arasında hediye olarak
alınıp yollanan kıymetli bir hediyeydi. Osmanlı.da erkeklik gücünü artırıcı bir iksir olarak
kullanılan bu madde belli miktarda ilaç olarak yendiği gibi, padiGahlar tarafından anber kaplar,
kadehler, tesbihler, pencere perdeleri ve hatta anberden yapılmıG gömlekler olarak kullanılırdı.

 


 

 Rum AteGi.ni kimleri yaktı?

2. Sultan Mehmet Gstanbul.u kuGattığı zaman donanması boğazı geçerken donanmanın üzerine
Galata.daki Gimdiki Yer Altı Camii.nin bulunduğu yerden, Saray Burnu.ndan ve Kız Kulesi.nden
“Rum AteGi” denilen özel bir karıGımdan yapılmıG, çok zor sönen ateG yağdırılmıGtı. Fetih
gerçekleGtirilip Gstanbul alındıktan sonra padiGahların tahta çıkıGlarında ve bayramlarda Kız
Kulesi.ne yerleGtirilen toplar bu kez Genlik için ateGlenmeye baGladı.

 

 

 

 Türkiye.de ilk demiryolu ne zaman yapıldı?

Sultan Abdülaziz yenilikçi bir padiGahtı. YapmıG olduğu Avrupa seyahatinde gördüğü
demiryollarına çok imrenmiG, Gstanbul.a dönüGünde Gstanbul – Edirne demiryolunun yapımı için
bir demiryolu Girketine yetki vermiGtir. Ancak yapım sırasında demiryolunun Topkapı Sarayı.nın
bahçesinden geçmesi gündeme gelince çevresindekiler bu duruma karGı çıkmıGlardı. Bu itirazları
tebessümle karGılayan Abdülaziz “tren saraydan değil isterse üstümden geçsin yeter ki bu
demiryolu yapılsın” diyerek bu konudaki isteğinin ne denli güçlü olduğunu gösterdi.

 

 

 

 ABD meclisindeki padiGah kimdir?

ABD Temsilciler Meclisi.nin salonunun duvarlarında dünyaya ün salmıG kanun koyucularından
23 tanesinin mermerden yapılmıG kabartma portresi asılıdır. Bunlardan biri de ünlü heykeltraG
Joseph Kiselewski tarafından yapılan Kanuni Sultan Süleyman portresidir.

 

 

 

 Ağaç kesenleri affetmeyen padiGah kimdi?

Kanuni Sultan Süleyman.ın büyük bir ağaç sevgisi vardı. Avrupa.ya yaptığı seferlerden birinde
bir yeniçerinin bir armut ağacının dalını kırdığını görünce yeniçerinin kendi yayının kiriGi ile bu
ağaca asılmasını emretmiGti.

 

 

 

 45 gün süren deprem ne zaman oldu?

 Gstanbul.un en korkunç depremlerinden biri 14 Eylül 1509.da yaGandı. Sarsıntılar 45 gün sürüp
ortalığı harabeye çevirirken deniz dalgaları Galata Surları.nı aGarak Gehirde bir tufan görüntüsü
yarattı.

 

 

 

 Giyotin nasıl bulundu?

 Kafa keserek mahkumların hayatına son veren “giyotin” adlı ölüm makinesi bir doktorun insan
sevgisi yüzünden icat edilmiGtir. Dr. Guillotin o yıllarda Fransız devriminin getirdiği eGitlik
ilkesine uygun olarak mahkumların ölümününde eGitlik ilkesine uygun olarak yerine getirilmesini
öngörüyordu. Bu yüzden projesini çizdiği yüksekten düGen büyük bir bıçaktan ibaret makine
onun ismi ile anılmaya baGladı.


 

 

 

 Herkül.e benzeyen padiGah kimdi?

4. Murat bedensel olarak olağanüstü güçlü bir adamdı. Çok iyi silah kullanır, iyi dövüGür, bir ok
atıGta kalkanı delerdi. Yanında bulunan silahtar Musa PaGa.yı zaman zaman sağ eliyle kuGağından
yakalayarak havaya kaldırır, bir müddet dolaGtırdıktan sonra tekrar yere indirirdi.

 

 

 

 Osmanlı.da nevruz nasıl kutlanırdı?

 Farsça “yeni gün” anlamına gelen Nevruz Osmanlı.da da Genliklerle kutlanırdı. Baharın
baGlangıcı kabul edilen Nevruz ile birlikte herkes birbirine Nevruziye denen kıymetli hediyeler
verir, yine Nevruziye denen içinde sandal ağacı, anber, gül suyu, zencefil gibi türlü baharatların
bulunduğu çok kuvvetli ve nefis bir macun özel olarak hazırlanarak padiGaha ve devlet
büyüklerine ikram edilirdi.

 

 

 

 Anıtkabir.in altından ne çıktı?

 Anıtkabir, Atatürk.ün “Buradan Ankara ne güzel görünüyor” dediği Rasattepe.de 9 Eylül 1944
yılında atılan temel çalıGmalarıyla baGlamıGtı. GnGaat çalıGmaları sırasında yapılan kazılarda
buranın Frigyalılar.a ait eski bir mezar alanı olduğu bulunan mezarlardan anlaGılmıGtı. Ata.nın bu
kabire nakli ölümünden ancak 15 sene sonra gerçekleGti.

 

 

 

 Denizaltıdan düzenlenen ilk suikast kimeydi?

 Gttihat ve Terakki.nin son sadrazamı Talat bey, trenle Ankara.ya giderken Tuzla.yı geçtikten bir
müddet sonra suikaste uğramıGtı. Kıyı boyu giden trene birden bire Tuzla açıklarında suyun
üstüne çıkan bir denzialtından ateG açılmıG, Talat Bey.e bir Gey olmamasına rağmen trenin yola
devam edecek hali kalmamıGtı. Denizaltının ve suikastın kimler tarafından yapıldığı tüm
araGtırmalara rağmen bulunamamıGtı.

 

 

 

 Logaritmayı kim buldu?

Logaritmayı ilk kez 1730 – 1790 yılları arası yaGayan bir Türk bilgini olan Gelenbevi Gsmail
Efendi bulmuGtu. Gelenbevi Gsmail Efendi matematikle uğraGırken sayı değerlerini ondalık
bölümlere göre düzenleyip hesapları son derece kolaylaGtıran bir sistemi kendiliğinden bulmuG,
ancak bunu pratik bir uygulama sayıp fazla önemsemediğinden kimseye bahsetmemiGti. Bu,
Batı.da kullanılan “logaritma” idi.  

Civelek kime denir?

Civelek tüysüz yeniçerilere verilen isimdir. Osmanlı döneminde yüzleri pürüzsüz ve tüysüz olan


civelek gençler pamuk ipliğinden bir peçe örterek sokağa çıkarlardı.

 Kara Mehmet kimdir?

Kara Mehmet halk arasında gücüyle ün yapmıG bir pehlivandır. Ne kadar güçlü olduğunu ölmek
üzereyken baGından geçen bir olayla son kez kanıtlamıGtır. Kara Mehmet bir semt
kahvehanesinde kalp krizi geçirerek ölmüGtür. Kriz anında dayandığı dokuz çubuklu demir
parmaklığı kağıt gibi birbirinin içine geçirmiGti. Çubuklar öylesine iç içe geçmiGti ki daha sonra
onları demir küskü ile açmak isteyenler baGarılı olamadılar. 

 Elmastan yapılan camii hangisidir?

Süleymaniye Camii.nin sağdaki küçük minaresi Cevahirli Minare olarak bilinir. Cevahir
mücevher anlamına gelir. Bu muazzam caminin küçük minaresinin yapıtaGları arasında elmas
madeni de vardır. Elmasların kullanılma nedeni Gran gahı.nın, Kanuni Sultan Süleyman.a bir
çekmece dolusu elmas yollayarak yaptığı jesttir. Elmaslar caminin yapımı sırasında para biterse
kullanılması için gönderilmiGti. Ancak Sultan Süleyman elmasların parasını karGılayacaklarını
belirtti ve minarenin yapımında kullanılmalarını emretti.

 

 Voyvoda Rabia kimdir?

17.nci Yüzyılda yaGadığı öne sürülen ve zalimliğiyle ünlü Bosnalı Gbrahim Voyvoda aslında 18
yaGında Rabia adlı bir kızdı. Kimsenin baG edemediği Rabia.nın ölümü biraz acı oldu. Bir çengele
asıldı ve halkın gözü önünde ölüme terk edildi... 

 

 Göğüs perçemini kim bırakırdı?

Eski kabadayılar göğüslerini ustura ile tıraG ederler, yalnız bir tutam kıl bırakmayı ihmal
etmezlerdi. Buna „göğüs perçemi. derlerdi. Bu perçeme mali güçlerine göre boncuk ya da pahalı
inciler takarlardı.

 

 „Unutma bizi dolması. nedir?

Eskiden ramazanda meyhaneler zorunlu olarak kapatılırdı. Bayram arifesinde meyhaneciler
gedikli müGterilerinin evlerine midye ya da uskumru dolmaları gönderirlerdi. Bu ikramlara
„unutma bizi dolması. denirdi.

 

 

 

 Mesleği küfür yemek olan esnaf kimdi?


Dalkavukluk eskiden nizamnameleri, kahyaları, narhları olan bir esnaf kuruluGuydu. Dalkavuklar
kendilerine yapılan her türlü hakarete tahammül eden bu iGi meslek edinen insanlara verilen
isimdi. Dalkavuklara yapılan her muzipliğin bir tarifesi vardı. Mesela dalkavuğa atılan her tokatın
bedeli 30 para, merdivenden yuvarlamanın ücreti 180 paraydı. Bir fındık sıçanını kuyruğu
dıGarıda kalacak Gekilde dalkavuğun ağzına sokma 400 para, ellerin ve ayakların domuz topu
Geklinde bağlanması 40 paraydı. Bir sakatlık olursa hareketi yapan dalkavuğu tedavi ettirmeye
mecburdu. Ölüm olursa masraflar iGi yaptıranlar tarafından karGılanıyordu. 

 

 Mandadan asker olur mu?

Eskiden tersane havuzlarına gemi alınınca havuzların suyu büyük bostan dolapları ile boGaltılırdı.
Bu dolapları mandalar çekerdi. Bu iG için tersanelerde ayrı bir bölük, bölüğün baGında da Manda
Ağası bulunurdu. Kurası tersaneye çıkan erkekler askerlik yapmamak için bedel olarak para
ödemez, tersaneye manda verirlerdi. Sahibinin yerine askerlik süresini dolduran mandalar bir
terhis tezkeresi verilir, bu tezkereler sırmalı kordonlarla boynuzlarının arasına asılırdı. Köyüne
veya kasabasına dönen mandalar coGkulu bir törenle karGılanırlardı.

 

 

 

 Pırpırı Kıyafet.i kimler giyerdi?

19.uncu Yüzyılın baGlarında Gstanbullu gençler arasında kabadayılığın o zamanki diğer bir Gekli
olan Külhani dolaGmak moda olmuGtu. Bu kiGiler baGlarına üç metre boyunda Gal sarar,
bacaklarını açıkta bırakan kalyoncu mintanı giyer, kollarını sıvar, vücutlarına çeGitli dövmeler
yaptırarak etrafa hava atarlardı. Bu kıyafete „Pırpırı Kıyafet. denirdi.

 

 

 

 Baba Cafer kimdir?

Eskiden borçları olanlar Baba Cafer Zindanı.na atılırlardı. Hapsedilen borçlular zindanın tek
penceresinden yardım isterler, borçlarını ödemeleri için halka yalvarırlardı. Baba Cafer.den bir
borçlu kurtarmak büyük sevap sayılırdı.

 

 

 

 Türkiye.nin ilk heykeli nerede dikildi?

Türkiye.nin ilk heykeli 10 metre uzunluğundaki Osman Gazi büstüdür. Bu büst 1914-1918
arasında Sivas Valisi Muammer Bey.in giriGimiyle Hafik-Zara yolu üzerinde yapılmıGtır.
Gericiler heykeli protesto ederek törene katılanları „TaG Dikenler. olarak adlandırmıGlardır. Glginç
olan, açılıG törenini devrin müftüsünün yapmıG olmasıdır. Bu heykel 1937.de yine Sivas Valisi
Nazmi Toker tarafından kaldırılmıGtır.

 

 

 

 KaGıkçı Elması nasıl bulundu ?

Osmanlı hazinesinin meGhur “KaGıkçı Elması” IV. Mehmet zamanında fakir bir adam tarafından
Gstanbul Yenikapı.da bir çömleğin içinde bulundu. Adam Elmas'ı iki tahta kaGık karGılığı bir


kaGıkçıya devretti. KaGıkçı da Elması çok ucuz bir bedele kuyumcuya sattı. Hadise anlaGılınca
Elmas, Sultan IV. Mehmet tarafından hazineye alındı.

 

 

 

 Osmanlı ordusunun ilk gemisini kim yaptı

 

Glk gemi, Van gölünde, 16. yüzyılda, Osmanlı ordusunun Doğu seferi sırasında bir yeniçeri askeri
tarafından yapılmıGtı. Bu sanatkar asker sonralarda adını yaptığı eserlerle duyuracak olan Mimar
Sinan'dı.

 

 

 

 Haliç'i gemi direkleri üzerinden iple geçen kimdi?

 

18. yüzyılda Üçüncü Ahmet.in oğlu gehzade Mustafa.nın sünnet düğününde bir cambaz Haliç.i
gemi direkleri üzerinde gerilen bir ipte geçti.

 

 

 

 Serasker Rıza PaGa kimdir?

 

Bir gün ikinci Mahmut Mısır ÇarGıGı.nda halk arasında gezinirken uğradığı bir dükkanda
kendisine kahve getiren sevimli bir kahveci çırağını çok sevdi. Hemen o gün saraya alınan çocuk
sonradan tarihimizin meGhur Serasker Rıza PaGa.sı olmuGtur.

 

 

 

 Belediye reisi kumar oynayanlara ne yapıyordu?

 

19. yüzyılın sonra Gstanbul.un belediye reislerinden Hüseyin Bey, kahvede iskambil oynamaya
giden bir seyyar ekmekçiyi cezalandırmak için atının yerine bağlattı. Seyyar sırtındaki ekmek
küfeleriyle bekledi.

 

 

 

 18. yüzyılda gençlerin gözde aksesuarı neydi?

 

18. yüzyıl sonlarında Gstanbul gençleri arasında Gemsiye modası çıkmıGtı. Rengarenk ipek
püsküllü Gemsiyeler yalın ayaklı, dökük kıyafetli gençlerin bile elinde görülürdü.

Kibar ve zengin gençler o zamanın kabadayılarından sayılan Levent.lerin külhanbeyi
kıyafetlerini giyerler, at üstünde Gemsiye açarak dolaGırlardı.

 

 

 

 Kız kulesi ne zaman "aydınlandı" ?

 


Kız kulesine ilk deniz feneri üçüncü Ahmet devrinde Sadrazam NevGehirli Gbrahim PaGa.nın emri
ile konuldu. O zaman ahGap olan kulenin içindeki fener ağır yağlar ile yakılırdı. Bir gün fenerin
yakıldığı büyük kandil tutuGarak ahGap kule bir meGale gibi yandı. Yangının ardından kule bu kez
kagir olarak yapıldı.

 

 

 

 

 

 "Kahraman koç"un sonu ne oldu ?

 

17. yüzyılda Macaristan.ın Sobatzka Kalesi.nin Osmanlı muhafızları çok sevdikleri bir koçu
özenle besliyorlardı. Gkinci Viyana KuGatması ile baGlayan felaketli devirde kale Almanlar
tarafından kuGatıldı. KurtuluG imkanı göremeyen askerler bir sabah vakti kaleden fırlayarak
düGmanı yarıp Budin yoluna doğru yöneldiler. Onlarla beraber fırlayan koç da sahiplerini yalnız
bırakmamıG iri boynuzları ile önüne çıkan düGman askerini yaralayarak, kendini tutturmadan
askerlerle beraber Budin.e gelmiGti. Bu gazi ve cengaver koç Budin.de büyük bir Göhret kazandı.
Ancak ne yazık ki aynı yılın kurban bayramında kesildi!

 

 

 

 Ünlü okçu kuvvetini nasıl kanıtladı?

 

Kanuni Sultan Süleyman zamanında okçulardan ok satın alan ünlü KemankeGler soyundan 80
yaGındaki Ahmet Ağa'ya bir okçu çırağı, "baba sende kiriG gerecek kuvvet varmı ki ok alıyorsun
?" diye laf attı. Bu sözlere çok öfkelenen Ağa, at üstündeki ihtiyar çarGının kapısından sarkan
zincirlere kolları ile sarılıp aynı anda bacaklarını altındaki atın karnına doladı. Kendini yukarı
çektiğinde altındaki atı da havaya kaldırdı. Ağa'nın bu harekete etrafındakileri GaGkına çevirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 Yıldırım nasıl düGüyor?

 

Gökyüzünde yılda 3 milyar GimGek veya yıldırım oluGmaktadır. Bir değiGle yılın herhangi bir
zamanında dünyanın üstünde 2 bin yıldırım bulutu vardır ve dünyamıza her saniyede 100 yıldırım
düGmektedir. Güçlü bir fırtına, HiroGima'ya atılan atom bombasından 100 kat daha fazla enerji
açığa çıkarmaktadır. Kim bilir? Belki bir gün gelecek yıldırımları da enerji kaynağı olarak
kullanmayı öğranaceğiz.

Bu gök olayı insanlığın ilk tarihlerinden itibaren ilahi bir iGaret olarak görülmüGtür. Yıldırım
düGmesi insanlar için tehlikeli olmasın rağmen insan yaGamına faydası da vardır. Yıldırımlar
yeryüzündeki bitkiler için faydalı maddeler olan nitratlar ve oksijenin de yeryüzüne inmesine
neden olurlar.

Her Gey güneG ıGıkları ile yeryüzünde ısınan havanın yükselmesi ile baGlıyor. Tabii içinde


buharlaGan suyu da yukarı taGıyarak. Bu yükselen hava yaklaGık 2-3 kilometreye ulaGınca havanın
soğuk katmanlarına rast geliyor. Soğuk havalarda nefes verince nefesimiz nasıl buharlaGıyorsa
aynen o Gekilde buharlaGıyor ve gördüğümüz bulutu oluGturuyor. Bu bulutlar daha sonra hava
akımları ile 20 bin metreye kadar tırmanabiliyorlar.Aslı tam bilinmemesine rağmen bulutların bu
yükseliGleri sırasında içlerinde oluGan buz kristallerinin birbirlerine sürtünerek bir statik elektrik
enerjisi açığa çıkardıkları öne sürülüyor. Bu elektrik enerjisi bulutların üst katmanlarında pozitif
(+), alt katmanlarında ise negatif (-) yüklü olarak birikiyor. Bulutun içindeki yük havayı iyonize
edecek güce ulaGtığında GimGek oluGuyor.

Yağmur bulutlarının alt yüzeylerindeki büyük negatif yük içindeki elektronları iterek oarayı da
pozitif yüklü hale getiriyor ve bu yük saniyede bin kilometre hızla toprağa iniyor, yani kısa devre
yapıyor. Yıldırımın bu andaki ısısı 30 bni derece olup güneGin yüzeyindeki ısının 5 katı kadardır.

Yıldırım düGerken çok GaGırtıcı bir Gey oluyor. Yerden de buluta doğru bir boGalma oluyor.
Yerden 100 metre yükseklikte bu iki akım birleGiyor ve iletkenliği çok fazla olan bir koridor
oluGuyor. GGte bundan sonra yıldırımı hiçbir Gey durduramaz, pozitif yük hızla buluta doğru onu
nötr hale getirmek için yükselir. GGte yıldırımın havadan yere mi, yoksa yeren havaya mı
oluGtuğunu yaratan soru bu.

Bu koridordan yerden göğe doğru neredeyse ıGık hızının üçte biri hızla yükselen akım yıldırımın
göze gelen Giddetli ıGığını da yaratır. Ardından yine yukarıdan yere iner ve iki taraf arasındaki
potansiyel farkı sıfırlanana kadar bu olay 10-12 kez tekrarlanabilir.

 Lavabodan su niçin sağa dönerek boşalıyor?

 

Lavabonuzu veya küvetinizi su ile doldurun ve tıkacı aniden çekin. Su düz olarak delikten
boGalmayacak, döne döne bir hortum oluGturacak Gekilde boGalacaktır. Bu dönüG yönü kuzey
yarımkürede sağa doğru, yani saat yönünde, güney yarımkürede ise tam tersidir. Bilim insanları
buna "Coriolis" kuvveti diyorlar.

Her iki yarımkürede böyle birbirine ters yönde hava akımlarının ve okyanus akıntılarının olduğu
herkes tarafından kabul ediliyor da, bir lavabodan boGalan suda, böyle küçük bir ortamda
dünyanın dönüGünün etkili olup olmayacağı tartıGma konusu.

Dünya kendi etrafında dönerken her tarafındaki hız aynı değildir. Ekvatordaki biri, bir günde
dünya çapı kadar yani 40 bin kilometre giderken bir diğer ifade ile saatte 1670 kilometre hızla yol
alırken, tam kutuptaki bir insan sıfır hızla sadece kendi etrafında dönmektedir. Aynı Gekilde
gökyüzünde asılı gibi duran bulutlar rüzgarın etkisini katmazsanız yere göre hareketsizdirler ama
altlarındaki kara parçası ile birlikte dönerler. Bu durumda ekvatordaki bulutlar da kutupdakilere
nazaran hızlı dönmektedirler.

A'yı ekvatorda, B'yi ise onun tam kuzeyinde 45 derece paralelinde iki nokta olarak düGünelim.
Bir top mermisini A'dan tam kuzeye niGanlayıp attığımızda, atıG sırasında ekvatorun dönüG hızı B
noktasına göre neredeyse iki kat olacağından mermi B noktasının doğusuna gidecektir.

Aynı Gekilde kuzey kutbundan hemen hemen hareketsiz bir konumdan tam güneye atılan bir
mermi 45 paralelinde dünya dönüG hızı daha çok olduğundan bu sefer hedefin batısına düGecektir.
Yani kuzey yarımkürede kuzeye veya güneye atılan her Gey atanın konumuna göre sağa
gitmektedir. Bu durum güney yarımkürede ise sola doğru gerçekleGmektedir.

Her iki yarımkürede kuzey - güney doğrultusunda hareket eden hava akımları ve okyanus
akıntıları bu durumdan etkilenirler. Kuzey yarımkürede sağa, güneyde sola dönerler. Ancak bu,
dünya yüzünde büyük bir ölçekte okyanusların dibindeki sürtünme ve bulutların, hava
akımlarının üzerinde bulundukları yerle birlikte hareket etmelerinin etkileriyle oluGan bir tabiat
olayıdır.

Bilim insanları bunun lavabo veya küvet gibi nispeten mikro ölçüde de mümkün olup olmadığını


hala tartıGıyorlar. Bir kısmı burada suyun musluktan çıkıG Gekil ve hızının, lavaboya düGtüğü
noktanın, lavabonun ve suyun gittiği yerin yapısının etken olduğunu söylüyorlar, diğerleri de
ideal Gartlarda 50 kere deney yapın ve görün diyorlar. Haydi banyoya, bilimsel deney yapmaya...!

 

 Yıldızların ıGıkları gece niçin kırpıGıyor?

 

Geceleri gökyüzünde gördüğümüz yıldızların birçoğu bizim güneGimizden de büyüktürler ama o
kadar uzaktadırlar ki, ancak birer nokta olarak gözükürler. Gezegenlerin yıldızlardan farkları,
güneG sistemimiz içinde bizimle beraber güneGin etrafında dönüyor olmalarıdır. Bu nedenle çok
uzak olan yıldızlar gökyüzünde "sabit" dururken, gezegenler sürekli yer değiGtirirler. Bu
gezegenler güneGe yakınlık sırası ile Merkür, Venüs, dünyamız, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs,
Neptün ve Plüto'dur.

GüneG sistemimizde bile mesafeler o kadar büyüktür ki, dünyamıza 8 dakikada gelen güneG ıGığı,
Neptün'e ancak 4 saatte ulaGır. Zaten güneG sistemimizde bulunmalarına rağmen Neptün ve Plüto
teleskop kullanmadan dünyamızdan görülemezler. GüneG Neptün'e o kadar uzaktır ki, bu
gezegenden bakıldığında görünümü parlak bir yıldızdan farksızdır. GüneG ıGıklarının dünyamıza
gelmek için 8 dakikada aldığı bu yolu, saatte bin kilometre hızla giden modern bir jet uçağı ancak
17 yıl civarında gidebilirdi.

GüneG sistemimizin dıGındaki mesafeler ise inanılmaz. Örneğin, Andromeda galaksinin ıGığı
dünyaya 2.2 milyon yılda ulaGmaktadır. Yani biz bu galaksiyi bu kadar yıl evvelki hali ile
görüyoruz. gimdi ne yapıyorlar acaba?

Aysız berrak bir gecede gökyüzünde gözle görülebilen yıldız sayısı 7 bindir. Küçük bir teleskopla
25 milyon yıldız görülebilir. Ama örneğin ABD'deki Mount Palomar gözlem evindeki teleskopla
tüm gökyüzü taranabilse 2 milyar yıldız görülebilir. Halbuki sadece Samanyolu galaksisinde 100
milyar yıldız olduğu tahmin edilmektedir.

Yıldızların göz kırpıyormuG gibi ıGıklarının kırpıGmasını sebebi, çok uzaktan geliyor olmaları ve
atmosferimizdir. Yeryüzünde nispeten ılınan hava devamlı olarak yükselme meylindedir. Bu
durum gece de devam eder. Yıldızların zayıf ıGıkları bu yükselen hava dalgası içinde kırılırlar.
Bazen gözümüze tam olarak ulaGmazlar, yani kesik kesik gelirler.

Bu evimizdeki sıcak radyatörün veya bir ateGin ya da yazın çok sıcak yolların üzerindeki
yükselen havanın arkasındaki Gekillerin görüntüsünü dalgalandırmasına benzer. Gerçi görülebilir
gezegenlerden gelen ıGılar da yükselen hava dalgaları ile kırılır ama onların ıGıkları daha güçlü
olduklarından gözümüze ulaGmada kesinti olmaz ve göz kırpmazlar.

Niçin ayı bazen gündüz de görüyoruz?

 

Ay sadece gece görülebilir diye bir Gey yok. Gündüzleri de periyoduna bağlı olarak ay da
tepemizde, bütün yıldızlar da. Ama güneGin atmosferimizde yansıyan ıGınları onları görmemize
mani oluyor. Atmosferimiz olmasaydı gökyüzü gündüzleri de karanlık olacak, güneGle birlikta
yıldızları da görebilecektik.

Ay dünyamıza çok yakın olduğundan gökyüzünde görüntü olarak yıldızlardan çok büyük
görünür. Eğer konumuna göre güneGten iyi ıGık alabilirse gündüzleri de gökyüzünde rahatlıla
görünebilir. Ayın yüzeyi bir asfalt yol yüzeyi gibi yansıtıcıdır. Koyu renktedir ama tam siyahta
değildir. Biz gökyüzde aya baktığımızda sadece onun güneGten yansıttığı ıGığı görüyoruz. GüneG
kadar ıGık saçmıyor ama yine de gökyüzündeki en parlak yıldızdan bin kat daha fazla ıGık
yansıtabiliyor.

Gündüz havanın aydınlığı yıldızların parıltısını yok eder. Aslında parlak yıldızların olduğu
bölgede gökyüzünün parlaklığı da biraz daha farklıdır ama bu farkı pek algılayamayız. Ama ayın


olduğu bölgede ıGık yeterli ise geceki gibi çok parlak olmasa da onu görebiliriz. Hatta hava
Gartlarının olumlu olduğu durumlarda hava aydınlıkken Venüs gezegenini bile görebiliriz.

GüneGi büyük bir ampül, ayı da büyük bir ayna olarak düGünebiliriz. Bazı durumlarda ampülün
ıGığını dğrudan görmesek bile, aynanın yansıttığı ıGığını görebiliriz. Bu, geceleri olan durumdur.
GüneGi göremeyiz, çünkü dünyamız ondan gelen ıGığı bloke etmiGtir. Ayı, yani aynadan yansıyan
ıGığını görebiliriz. Ampulü de, aynayı da birlikte gördüğümüz durum ise aynı gündüz görünme
durumudur.

Genellikle "ayın karanlık yüzü" diye kullanılan deyiG Gekli yanlıGtır. Doğrusunun "ayın arka
yüzü" olması gerekir. Ayın dünyamız etrafındaki dönüG süresi ile kendi etrafındaki dönüG süresi
hemen hemen aynı olduğundan, biz ayın hep bir yüzünü görürüz ama ay dünya ile güneG
arasındayken bize bakan yüzü karanlık, güneGe bakan arka yüzü aydınlıktır.

Niçin gök gürlüyor?

 

KıG aylarında kar yağarken GimGek, yıldırım ve gök gürültüsü nadiren olur. Yıldırım ve gök
gürültüsünü en çok yaz aylarında, hava ılık ve nemli iken yükselen havanın etkisiyle olur. KıG
aylarında havanın alçak ve yüksek kısımları arasında ısı farkı az, alçak seviyelerde ise nem de
fazla olduğundan GimGek, yıldırım ve sonucunda gök gürültüsü olayı daha az görülür.

gimGek vaya yıldırım etraflarındaki havayı saniyenin milyonda biri kadar bir sürede 30 bin
dereceye kadar ısıtırlar. Isınan bu hava aniden genleGir, geniGler. Normal atmosfer basıncının
neredeyse 100 misli bir basınçla, ses hızından çok hızlı ses dalgaları yayar. Bu aynen ses hızını
geçen uçaklarda olduğu gibi kulağımıza bir nevi patlama sesi olarak ulaGır. Buna gök gürlemesi
diyoruz.

gimGek de, yıldırım da tek bir olay değil bir seri olayın birleGimidirler. Yıldırımın ilk çakıGından
sonraki yukarı doğru olan dönüG çıkıGında, elektrik akımı daha güçlü olduğundan kulağımıza
gelen ikinci ses birincisinden güçlüdür.

Yıldırım veya GimGeğin görülmesi ile gök gürlemesinin duyulması arasında geçen süre saniye
olarak ölçülür ve üçe bölünürse uzaklık kilometre olarak bulunabilir. Çünkü gök gürültüsünün
sesi bize ses hzı ile ulaGırken, GimGek ve yıldırımın görüntüsü gözümüze ıGık hızıyla ulaGır.

Gök gürlemesi normal Gartlarda 24 kilometreden daha fazla mesafelerden iGitilmez.

 

 

 

 Niçin kar yağıyor?

 

KıG aylarında güneG ıGınları olmadığı için, bulutların bulundukları yüksekliklerde hava sıcaklığı
çok düGük olunca, yükselen su buharı, sublime denilen Gekilde sıvı hale geçmeden, bu aGamayı
atlayarak doğrudan buz kristali haline dönüGür. 0.1 milimetre çapındaki buz kristalleri birbirlerine
yapıGarak kar tanelerini oluGtururlar.

Eğer bulut ile yer arasındaki hava sıcaksa bu kar taneleri yere düGene kadar yağmur tanesi haline
dönüGebilirler, ama soğuksa yere kadar kar tanesi olarak inmeyi baGarabilirler. Hafiflikleri
nedeniyle yere o kadar yavaG inerler ki 3 bin metreden inmeleri 2 saat alabilir. Bazen bulutun
altındaki sıcaklık öyledir ki, bir kısmı kar, bir kısmı yağmur damlası halinde düGerler, biz buna
"sulu sepken" diyoruz. Yani yağmur veya kar yağmasını belirleyen ana unsur, bulut ile yer
arasındaki hava sıcaklığıdır.

Genel kanının aksine kar yağması havayı ısıtmaz, aksine ısınan hava karın yağmasına sebep olur.
Çok soğuk havanın içine su alma kapasitesi daha azdır. Gçine alamadığı su ya "don" Geklinde
yeryüzünde kalır ya da "kırağı" oluGur. Bu Gartlarda kar kesinlikle oluGamaz. Hava 3 derece gibi


biraz ısınınca, su buharı yeryüzünden yükselebilir, çok yüksekliklerdeki soğuk hava tabakalarına
ulaGabilir ve kar yağıGı meydana gelebilir. Biz de sanki kar yağdığı için hava ısınmıG gibi
algılarız.

Kar tanesinin oluGumu hakikaten bir tabiat mucizesidir. Gerçi bazı kayak merkezlerinde, kar
yağıGı yetersiz olduğu zamanlarda suni kar üretiliyor ama bu görüldüğü kadar kolay değil. Doğal
kar tanelerinin ortasında çekirdek olarak toz parçacılarının olduğunu biliyoruz. Eğer bunlar
olmazsa saf su -40 derecede bile kristalleGemiyor.

Glk olarak 1975'de Berkeley, California Üniversitesinden Prof. Steve Lindow "snomax" denilen
bir proteini toz parçacıları yerine kullanarak suni kar üretmeyi baGardı. Bu madde sayesinde daha
hafif ve kuru kar tanelerinin üretilmesi sağlandı ve Norveç'te yapılan 1994 kıG olimpiyatlarında
çok yaygın olarak kullanıldı.

Kar kristalleri altıgen bir Gekil içindedirler. Her bir koldan 3 ve 12'li kollar çıkar. Bu diziliGin
sebebinin oksijen atomlarının diziliG Gekli olduğu sanılıyor.

Dolu yağıGı daha ziyade ılıman iklimlerde ve bahar aylarında görülğr. Isınan hava ile yükselen su
buharı, hava akımları ile daha da yükelerek 12 bin metre civarında -50 derece hava sıcaklığında
buz kristallerine dönüGür. Buradaki güçlü hava akımları ile bu buz kristalleri de birleGerek buz
tanelerini oluGturur.

Buz taneleri ağırlıkları nedeniyle o kadar hızlı düGerler ki bulut ile yer arasındaki sıcaklık ne
olursa olsun eriyecek zaman bulamazlar. Çapı 5 milimetreden büyük dolular halinde yeryüzüne
ulaGırlar. Aslında tüm bu Gartların oluGması çok enderdir ve bu nedenle dolu yağıGı hem çok az
görülür, hem de çok kısa sürer.

 

 

 

 Niçin yağmur yağıyor?

 

Heralde siz de haberlerin sonunda hava durumunu merakla izliyorsunuzdur. Acaba yarın yağmur
yağacak mı? gemsiyemi yanıma alayım mı? Yağmur günlük yaGantımızın çok önemli bir
parçasıdır. Bazı yerlerde kuraklıktan yağmur duasına çıkılırken, bazı yerlerde de caddelerde
sandallarla dolaGılıp, sel basan evlerden, eGyaları kurtarmaya uğraGırlar. Peki nasıl oluyor da
baGımıza böyle göklerden sular geliyor?

Aslında mekanizma basit. GüneG ıGığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaGıyor, yani gaz haline
geçiyor. Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor. Yükseldikçe hava
soğuyor ve hava basıncı azalıyor. Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su
dalası haline dönüGüyor ve bunların milyonlarcası havada birleGerek gözümüze bulut olarak
görünüyorlar. Bulutları oluGturan bu su damlacıkları hemen yakınlarındakilerle sürekli
birleGiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaGınca yer çekiminin
etkisi ile yere düGmeye baGlıyorlar. Yeryüzünden buharlaGıp, bulut oluGturup sonra yağmur olarak
yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor.

Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor. Bir nulutun
en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı
olarak yeniden oluGtuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir. Bu arada rüzgara bağlı
olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniG bir alana yağabilir. Bugüne kadar
dünyamızda tespit edilmiG en yoğun yağıG 26 Kasım 1970'de Guadaloupe'de olmuG, sadece bir
dakikada 3.81 santimetre yağmur yağmıGtır.

Atmosferde, yani baGımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor. Bunun
hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düGünebiliyor musunuz? Dünyamızda yağmurun çoğu, yani


yüzde 78'i okyanusların üzerine yağıyor. Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının
kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor.

Yağmur damlalarının yarı-çapları 0.5 milimetreden 6.35 milimetreye kadar değiGebiliyor. 5.0
milimetre yarı-çapındaki bir yağmur damlasının 1800 metre yükseklikteki bir bulutun çıkıp
baGınızın üstüne düGmesi için geçen zaman yaklaGık 3 dakikadır. Yani aslında Gemsiyenizi
açabilmeniz için yeterli süre vardır.

Suni yağmur yaratabilmek için günümüzde bazı teknolojiler geliGtirildi ki, temeli su
damlacıklarının yapıGabilmesi için çekirdek görevi yapabilecek tozları bulutun içine
gönderebilmektir. Bunun için bulut uçak veya helikopterden gümüG iyodür ile bombalanıyor. Bu
iGte de en iyi olan Gsrailliler. Onlar bu yöntemle yağmur miktarını yüzde 13 oranında
artırabilmiGler. Yağmurun oluGabilmesi için ana etkenlerden biri olan toz parçacıklarının, yani
hava kirliliğinin artması ise tam tersi etki yapıyor, bu durumda damlacıklar küçülüyor ve yağmur
olarak yere düGmeyi baGaramıyorlar.

 

 Bulutlar nasıl oluGuyor?

 

Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaGık 1 kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4
milyar metreküptür ve içinde 1-5 milyon kilogram su vardır. Peki nasıl oluyor da bu kadar su
baGımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor?
Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.

Hiçbir bulut diğeri ile Gekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluGumlarına etki eden hava
akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değiGken
olan atmosferde iki yerde bütün bu Gartları eGit olarak sağlamak mümkün değildir.

Isınan yeryüzünden buharlaGan su, havadan hafif minik su buharları Geklinde doğruca gökyüzüne
yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları
haline geçerler ve bulutları oluGtururlar. BaGlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları
birkaç mikrometredir. (Gnsan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının
oluGabilmesi için bunlardan milyonlarcasının birleGmesi gerekir.

Bulutların bu kadar ağarlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların
çok küçük olmalarıdır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1000 ton su
varsa da bu hacimdeki hava 1 milyon tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar
içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluGup, ağırlaGıp yere düGene kadar tepemizde gezinip
dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluGma iGlemi devam ettiğinden bulut
içindeki suyu boGaltıp bir anda kaybolmaz.

Bulutun oluGumunda baGlangıçta oluGan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen
ıGıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları
birleGip büyüdükçe, yani kalınlaGtıkça ıGığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları
daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaGan bu damlalar
bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu
renktedirler.

Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği
yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun
ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluGumu devam ettiği
için üst taraflar kıvrımlıdır.

Bulutlar Gekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar.
Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara 'sirüs', kümeler halinde olanlara
'kümülüs', ufukta tabaka halinde görünenlere de 'stratus' deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik


kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2 bin-6 bin metre yükseklikte ise ön ismi 'alto', 6 bin
metreden daha yükseklikte ise de 'sirro' oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için
'nimbo, nimbüs' gibi isimler ekleniyor.

 

 YaGanmıG en düGük ve en yüksek sıcaklık kaç derecedir?

 

gimdiye kadar dünyamızda tespit edilebilen en düGük sıcaklık güney kutbunda eksi 89.6 derece
ile Antartika Vostok istasyonunda ölçülmüGtür. Sanılmasın ki güney kutbu devamlı kar yağıGı
aldığı için dünyanın en soğuk yeridir. Antartika daima karla kaplı olmasına rağmen dünyanın en
az yağıG alan çöllerinden daha kuraktır. Soğuk hava çok uzun aralıklar da olsa düGen her yağıGı
dondurup, koruduğu için sürekli kar ve buzlarla örtülüdür.

Ortalama sıcaklık olarak güney kutbu eksi 49 derece ile kuzey kutbundan 2 derece daha soğuktur.
Çünkü güney kutbu deniz seviyesinden daha yüksektir, güneGten daha az ıGık alır ve güneGin
gittiği zamanlarda bu ıGığın getirdiği ısıyı süratle kaybeder. Dünyadaki buzların yüzde 90'ı güney
kutbundadır, buzlar denizinaltında 600 metre derinliğe kadar iner. YaGam ancak buz parçalarının
kıyılarında penguen ve fok sürüleri olarak görülür.

Kuzey kutbu, altında hiçbir kara parçası olmaksızın, denizin üstünde yüzen bir buz kütlesidir.
Kuzey kutbunda bulabileceğiniz her taG mutlaka göktaGıdır.

Dünyamızda ölçülebilecek en düGük soğukluk eksi 273 derecedir. Bundan daha düGük sıcaklıkta
moleküller hareket edemeyeceği için buna 'mutlak sıfır' denilir.

Dünay üzerindeki ortalama sıcaklık 5-10 derece artsa Grönland ve Antartika'daki buzullar erir,
okyanuslardaki su düzeyi 100 metre artar ve tabii dünya haritası da önemli bir Gekilde değiGirdi.

Dünyada bugüne kadar saptanabilen en yüksek sıcaklık gölgede 58 derece olarak 13 Eylül 1922
tarihinde Libya'da El-Azizia'da ölçülmüGtür.

Tabii en yüksek sıcaklık insanı en fazla raatsız eden sıcaklık anlamına gelmez. Burada havadaki
nemin, yani rutubetin çok önemlibir yolu vardır. Göremeyiz ama havanın içinde su da, daha
doğrusu su buharı da vardır. Atmosferde bulunan su miktarı toplanabilseydi, dünya yüzeyini 2.5
santimetre kalınlığında bir su tabakası kaplardı.

Ancak havanın içine alabileceği su miktarının bir sınırı vardır. Bu suya doyma seviyesine gelince
hava artık içine su alamaz. Gnsanlar terleyince ter buharlaGıp havaya karıGamaz ve artık
terleyemezler, rahatlayamazlar. Çok kuru bir havada 35 derecede terleyebildiğiniz için fazla bir
rahatsızlık duymaya bilirseniz de, nemli, suya doymuG havada 25 derece bile bunalma hissi
verebilir.

 

 Suyun hacmi, donunca niçin küçülmüyor?

 

Günümüzde ilim o kadar gelimiGtir ki, atomun, çekirdeğinin, çevremizdeki her Geyin, dünyamızın
hatta gökyüzündeki yıldızların hareketlerinin Gimdiye kadar keGfedilen ve bilinen fizik kuralları
ile izahı mümkündür. Bildiğimiz her Gey fizik kurallarına uyar. Bir Gey hariç. YaGamımızın
ayrılmaz bir parçası olan su.

Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında geniGler, genleGir. Soğutulduğunda da büzüGür, yani
hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve
buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüGürken, hacminin yüzde 9'u oranında
geniGler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevGek bir oluGum içinde yer alırlar. Buz, arada
deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.

Bilindiği gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluGmuGtur.
Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleGtiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı


meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleGtiren baGka elementler de vardır ve
onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60
derecede gaz haline geçer. Ancak su su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır
derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.

GGte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaGamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun,
yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve
nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneG ıGığı alamayacaklarından eriyemeyeceklerdi. Böylece yıllar
süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri baGlayabilecekti.

Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki
suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değiGikliklerini de önlerler, gece ve
gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneG ıGığı ile kolayca erirler.

Eğer buz sudan daha ağır olmuG olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuG olurdu. Belki
de baGlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak,
hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstündekalmasını sağladı ve
dünyamızı bizim için yaGanır hale getirdi.

 

 GüneGe yaklaGtıkça hava niçin soğuyor?

 

Dünyamızdaki ısının kaynağı güneG olduğuna göre ve bir dağın tepesi güneGe daha yakın iken
orada hava niçin daha soğuk oluyor? Öncelikle Gunu söyleyelim ki, güneG ile dünya arasındaki
mesafeyi düGünürsek, bir dağın tepesine çıkmakla bu mesafedeki azalıG çok önemsiz kalır. GüneG
dünyamızdan 149.5 milyon kilometre uzakta iken dünyamızdaki en yüksek dağın yüksekliği 9
kilometreyi bile bulmaz. (Everest: 8.846)

Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinden dönmesinden dolayı, dünyanın
çapı kadar, güneGe 12 bin kilometre yaklaGıp uzaklaGıyoruz. Elips Geklindeki yörüngesinde dünya
güneGin etrafında dönerken güneGe en fazla yaklaGtığı mesafe 147 milyon, en uzaklaGtığı mesafe
ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneGe 5 milyon kilometre yaklaGıp
uzaklaGmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ıGınların dik
gelmesidir.

GüneGin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ıGınların yeryüzünde yansıması ile olur. Ondan sonra
yükseldikçe nemli havda her kilometrede yaklaGık 6-7 derece düGer. Yani Everest'in dibi ile
tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düGüGü atmosferin
birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre
tepemizde -50 dereceye kadar düGüyor. Bundan sonra sıcaklık değiGiminin akıl almaz dansı
baGlıyor.

Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler
arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48.
kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düGüGe geçiyor. Bu
tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düGüyor. Bundan sonra da sürekli
yükseliGe geçerek güneGe yaklaGtıkça artıyor.

GüneGin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ıGığın 149.5 kilometre yol kat ettikten sonra
dünyamız yüzeyine yaGayabileceğimizbir ortamı yaratacak Gekilde bu kadar ince ayarla gelmesi
hakikaten inanılmaz.

Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve
dağın tepesine ulaGtığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepesinin soğuk
olmasının bir baGka nedenidağ yüzeylerinin Gekilleri dolayısıyla güneG ıGınlarını dik
alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava


tabakası bile oluGamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneG ıGınlarını fazla
emmez ve çoğunu yansıtırlar.

Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler,
bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ
zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta
atmosfer.

 

 Deniz suyu niçin tuzludur?

 

Yirminci yüzyılın baGlarında bilim insanları bu konuyu çok basit bir Gekilde açıklıyorlardı. Bu
açıklamaya göre, her ne kadar nehirlerin suları tatlı ise de içlerinde bir miktar da erimiG mineral
vardır. Yataklarındaki bu minarelleri ve içlerinde tuz buluna kayaları erezyona uğratarak
okyanuslara taGırlar. Bu minareller içinde en çok olanı kimya dilinde sodyum klorür (NaCl) diye
adlandırılan bildiğimiz sofra tuzudur ve bir daha karaya geri dönmez.

Bilim insanları bu teoriden yola çıkarak dünyanın yaGının da hesap edilebileceğine inanıyorlardı.
Ancak nehirlerdeki tuz oranı ile okyanuslardaki tuz oranı mukayese edilerek yapılan
hesaplamalarda dünyanın yaGı 300 milyon yıl çıktı. Dünyamız ise gerçekte 4,5 milyar küsur
yaGındadır.

Ayrıca bu teoriye göre denizlerdeki tuzun her geçen yıl artması gerekir. Her ne kadar
denizlerdeki tuz oranı bölgelere ve zamana göre değiGiklik gösterse de içindeki belli baGlı
elementlerin yoğunluklarının yüz milyonlarca yıl hemen hemen aynı kaldıkları bilinmektedir.
Öyleyse bu yüksek miktardaki tuz baGlangıçta denizlere nereden gelmiGtir? Bilim insanları da tam
olarak bilemiyorlar ve emin değiller ama iyi bir tahminleri var.

Tuz iki çeGit atomdan yapılmıGtır. Sodyum (Na) ve Klor (Cl). Bilim insanları Sodyum'un ilk
teoride olduğu gibi nehirler yolu ile karalardan denizlere taGındığını, Klor'un ise dünya tarihinin
ilk dönemlerinde, yer kabuğu ile yer merkezi arasında kalan katmanlardan, okyanusların
diplerindeki çatlaklar ve volkanlar yolu ile denize karıGtığını ve bu ikisinin birleGerek denizin
tuzunu oluGturduklarını tahmin ediyorlar.

Ama hala niçin denizlerin gittikçe tuzlu olmadığının cevabını alabilmiG değiliz. Bilim insanları
bunun açıklamasını da Göyle yapıyorlar: Tuz nehirler yolu ile denizlere ilave edilmektedir, ama
aynı zamanda denizdeki diğer kimyasallarlaa birleGerek, okyanus tabanındaki kayalar tarafından
emilerek veya deniz suyunun çözeltisinden ayrılıp çökelti haline gelerek bir Gekilde deniz
suyunun içinden eksilmektedir.

Yüz milyonlarca yıl, eksilme ve ilave etme yolu ile deniz suyunun tuzluluk oranını hep aynı tutan
bu müthiG ayar gerçekten çok etkileyici.

 

 Arzın merkezine seyahat nasıl olurdu?

 

Eğer dünyanın merkezinden geçen ve öbür tarafa açılan bir kuyu kazabilseydik ve de bu kuyunun
ağzından içeri atlasaydık ne olurdu?

Kesin olan bir Gey var ki, dünyanın merkezine ulaGtığımızda, erimiG magma içinde eriyip yok
olacaktık. Biz yine de magmayı ve hava sürtünmesibi unutup, bu boG kuyuda yapacağımız
yolculuk nasıl olurdu, ona bakalım.

Dünyanın merkezine ulaGtığımızda ağırlığımız sıfırlandı. Gnsanı dünyanın merkezine çeken yer
çekimi bu noktada her yönde aynı olduğundan, ağırlığımız sıfır olur, ama ilk hızla merkezi geçer
öbür uca doğrun seyahate devame ederdik.

Kuyudan atladığımızda süratimiz gittikçe artar, merkezi geçtikten sonra gittikçe yavaGlamaya


baGlar, kuyunun öbür ucunda, yani baGladığımız noktadan yaklaGık 13 bin kilometre sonra
hızımız sıfırlanır, kuyunun kenarına iyi tutunamazsak, gerisin geriye düGer ve bu hareket
kuyunun iki ucu arasında sonsuza kadar devam ederdi.

Ama unutmayalım ki, baGlangıçta hava sürtünmesini hesaba katmadığımızı söylemiGtik.
Sürtünme nedeni ile her seferinde merkezden daha az uzaklaGır ve sonunda merkezde hareketsiz
kalırdık. Siz, siz olun, her gördüğünüz kuyunun içine atlamayın!

 

 Gökyüzü neden mavidir?

 

Bu iGin daha ilginç bir yanı var. GüneGin ıGığı ne renktir, hiç düGündünüz mü? Çoğunuzun sarı
diyeceğine eminim. GüneG ıGığı beyazdır, yani bir renk değildir, bütün renklerin karıGımıdır.

Bunun ispatı ise çok kolaydır. Eğer evinizde kristal bir avize varsa, bir parçasını annenize belli
etmeden alın ve güneGe doğru tutun. Kristalin ıGığı kırarak aynı gökkuGağının renkleri gibi
ayrıGtırdığını göreceksiniz.

Bilindiği gibi, güneGin beyaz ıGığı aslında mor, mavi, yeGil, sarı, turuncu ve kırmızı renklerin
karıGımıdır. GüneGten çıkarak atmosferimize kadar yol alan güneG ıGınlarının çoğunluğu teğet
geçerken, bir kısmı atmosferimiz tarafından emilir.

Bu ıGık atmosferden geçerken mor tarafındaki ıGıklar, kırmızı tarafındakine göre daha fazla
dağılırlar ve atmosferde çoğunlukla mavi renk kırılarak yeryüzüne yansıtılır. Bu durumda biz
gökyüzünü mavi renkte görürken, güneGi de beyaz-sarı karıGımı bir renkte görürüz.

Atmosferimiz olmasaydı, güneGi yine parlak bembeyaz renkte görecek ancak bütün gökyüzü
geceleri olduğu gibi karanlık olacak, güneGle beraber diğer yıldızlar da görünüyor olacaktı. Peki
aslında beyaz renk olan güneG ıGınları yukarıda bahsedilenler nedeniyle sarı renk görülüyor da,
güneG ufka yaklaGıp batarken nasıl turuncu, hatta kıpkırmızı bir renk alabiliyor?

GüneG ufukta alçaldığı zaman, açısı nedeniyle gözümüze ulaGtığı mesafe de uzandığından, ıGınları
ona bakanlara da çok yol kat ederek ulaGır. Bu, ıGınların havada daha çok molekül ve parçacık
arasından geçmesi, onlar tarafından daha çok yansıtılması ve dağatılması demektir.

Böylece güneG ufukta alçalmaya, batma noktasına doğru gelmeye baGlayınca, o anda tepesinde
bulunduğu yerlerde kırmızı dıGındaki renkler atmosfer tarafından emildiği için gökyüzü mavi,
güneG sarı renkte görüldüğü halde, güneGi ufukta görenlere kırmızı ve biraz da turuncu renkler
ulaGır.

 

 Un niçin çok tehlikeli bir patlayıcıdır?

 

Tarihte kayda geçen ilk un patlaması 1785 yılında Gtalya'da Turiri'de bir ekmek fırınında, bir
lambanın un tozunu tutuGturması sonucu oldu. Ölüme ve fazla zarara yol açmayan bu patlamadan
sonra konu unutuldu gitti.

Modern günlerimizin baGlangıcında, insanlık tarihinin ana gıdası ekmeğimizin en önemli girdisi
olan unun çok ciddi bir Gekilde yanarak patlayabileceğini kime söyleseniz herhalde Gaka kabul
eder gülerdi. 1981'de ABD'de büyük bir hububat silosu infilak edip, 9 kiGi ölüp, 30 kiGi de
yaralanınca gülmeler durdu. 1988'de hububat bulunan yerlere belirli bir emniyet standardı getiren
kuralların uygulanmasına baGlanmasına rağmen 90'lı yıllarda sadece ABD'de undan kaynaklanan
ortalama yılda 13 patlama oldu.

Peki nasıl oluyor da un bu kadar tehlikeli bir Gekilde patlayabiliyor? Sebebi basit. Çünkü o bir
karbonhidrat. Havada toz olarak asılı duran karbonhidratın miktarı, bir metreküpte 50 gramı
aGınca herhangi bir Gekilde tutuGturulduğunda patlar. Un tozları o kadar küçüktür ki, anında yanar
ve bu yangın diğerlerine incirleme yayılır. Bu da toz bulutunda, ortama da bağlı olarak, patlayıcı


bir güç oluGturur. Benzer durum Geker, puding ve hatta çok ince testere talaGlarında bile
oluGabilir.

Bir yangının çıkması için üç Geyin bir arada olması gerekir. Hava (içindeki oksijen), yanıcı
madde (burada un oluyor) ve tutuGturucu. Silolarda insanların çalıGtıkları yerlerde tutuGmak için
gereken metreküpte en az 50 gram un tozu miktarına pek ulaGılamaz. Tabii burada unutulmaması
gereken patlamaya sebep verenin yanıcı maddenin havada asılı duran toz miktarı olduğudur,
yoksa yere serilen unda böyle bir tehlike yoktur.

Silolarda tutuGmaya sebep olan Geyler, bilinçsizce yapılan bir kaynak, bir kesme iGlemi, sigara,
asansörler ve konveyörlerin mekanizmalarından çıkan kıvılcımlar olabilir. güphesiz ortamın da
çok önemi vardır. Patlamanın yarattığı büyük basınç boGalacak yer bulamazsa binayı bile
yıkabilir. Açık havada ise patlama olmaz ama yine de tehlikeli bir alevlenme olur.

Hanımlar, endiGelenmeyin, kurabiye veya börek yapmak için aldığınız bir kilo undan 50 gramı
havaya uçmaz. Bu olay için tonlarca un gerekir. Hamur yoğurmak için balkona çıkmanıza hiç
gerek yok!

 

 Domates niçin meyvedir?

 

Genellikle meyveler çiğ olarak (tabii yıkandıktan sonra), sebzeler ise piGirildikten sonra yenilir.
Bu da bazı yiyeceklerin meyve mi, yoksa sebze mi olduklarına dair karıGıklıklara yol açar.
Örneğin domates salatada çiğ olarak yenilebilir, bunun yanında tencere yemeği olarak dolması da
yapılır. Bu durumda domates meyve midir, yoksa sebze mi? Genel kanının ikincisi olmasına
rağmen aslında domates bir meyvedir.

ÇarGı, pazar anlayıGına göre, tabiatta bulunduğu Gekilde yenilen ve tadı tatlı olan yiyecekler
meyvedir. ÇarGıda, pazarda, marketlerde elma, çilek, üzüm ve muz meyve olarak kabul
edilirlerken, taze fasulye, domates, kabak ve patates, sebze reyonlarında bulunur.

Ancak bilim insanları, yani botanistler, sebze-meyve ayrımını böyle yapmıyorlar. Onlara göre
meyve, içinde etli veya kuru, çoğunluğunu çekirdek diye adlandırdığımız, kendi tohumu veya
tohumları bulunan yiyecektir. Bu tanıma göre kayısı, Geftali, üzüm, taze fasulye, domates,
salatalık (hıyar) ve benzeri gıda maddeleri teknik olarak meyvedir. Geriye kalanlar, yani patetes,
havuç, Galgam, soğan, sarımsak gibi bitki köklerri, lahana, marul gibi bitki yaprakları, hatta
aslında bir çiçek olan karnabahar bilen birer sebzedir. Bu arada belirtmekte fayda var; biz
bitkilerin değiGik kısımlarını yeriz. Örneğin, maydanoz yetiGtiği bitkinin yaprak kısmı iken,
karabiber ağacın meyvesi, tarçın kabuğu, susam ise bitkisinin tohumudur.

 

 PatlamıG mısır nasıl patlıyor?

 

PatlamıG mısırın hikayesi beG bin yıl evveline, Amerika kıtasına kadar uzanıyor. Amerika yerlileri
gıda için kullanılacak mısır ile içi daha sulu olan patlayabilir mısırların arasındaki farkı
biliyorlardı.

Kolomb kıtaya ayak bastığında yerlilerin mısır kültürünü gördü, ama asıl ilgi 1510'lu yıllarda
Güney Amerika'da terör estiren Hernanda Cortes'in Aztek'lerin dini ayinlerde ipe dizilmiG
patlamıG mısırları yediklerini görmesi ile baGladı. Üstelik yerliler mısırı bir çeGit GiGe geçirerek,
tekrar tekrar ısıtarak veya kızgın kuma gömerek değiGik Gekillerde patlatarak yiyorlardı.

Amerika kıtasının keGfinden sonra Avrupa'ya getirilen ürünlerin içinde en ünlüleri patlamıG mısır
ve tütündü. Birincisine çok fazla yağ ve tuz ilave etmezseniz, kesinlikle ikincisinden daha
sağlıklıdır. Ancak tüm mısır taneleri patlamaz. Patlayan mısırın gizemini yaratan iki faktör
vardır: Mısır tanesinin içinin çok güzel bir ısı geçiG özelliğive müthiG bir mekanik mukavemete,


yani sağlamlığa sahip kabuğu.

Mısıra dikkatli bakıldığında, etrafında kalın ve su geçirmez bir kabuk olduğu görülür. Bunun
altında iki tabaka daha vardır. Tanenin bu iç kısımlarındaki moleküllerin sıralanıG biçimi, normal
mısır tanelerine göre daha düzenlidir. Bu sayede ısı normal tanelere oranla neredeyse iki misli
hızla içine yayılabilir.

Kalın kabuk ısıtıldığında, tanenin içi de süratle ısınır ve içindeki su, basınçlı bir su buharı
oluGturur. Isınma süresince gittikçe arrtan bu basınç, sonunda kalın kabuğun adeta infilak ederek
yırtılmasına yol açar. Tane ilk boyutundan yaklaGık 30 misli büyür, içi dıGına gelir, yani tanenin
içindeki yumuGak kısım dıGarı çıkarak yenilebilir kısmı oluGturur. Bu özelliği tabiatta baGka hiçbir
Geyde göremezsiniz. Belki biraz ekmeğin oluGumunu buna benzetebiliriz.

Bir mısır tanesinin ideal bir Gekilde patlayabilmesi için, içinde en az yüzde 14 oranında su olması
gerekir. Bunun altındaki oranlarda yine patlar ama kısmeen açılır, istenen sonuç alınamaz.
Mısırın içerisindeki su oranını artırmak için, kapalı bir ortamda üzerine su serpiGtirilmesi ve
beklemeye bırakılmasının faydalı olacağı söylenir ama bu iGlem mısırın içindeki su oaranını en
fazla yüzde 1 artırır. Bir mısırı iğneyle delerseniz, bir fırında veya güneG altında bekletirseniz,
150 derecenin altında ısıtırsanız, yukarıda bahsedilen suyun buharlaGması, basınç ve infilakın
hiçbiri gerçekleGmez.

 

 Elma kesilince niçin kararıyor?

 

Meyve ve sebzelerin bazılarında kesildiklerinde, kabukları soyulduğunda veya herhangi bir
Gekilde zedelendiklerinde farklı tonlarda renk değiGimleri oluGur. Elma, armut, ayva, patetes gibi
birçok sebze ve meyve bu özelliği gösterir.

Eğer canlılardaki hücre yapısını biliyorsanız, her hücrede binlerce enzim olduğunu da
biliyorsunuz demektir. Enzimler hücrenin yaGaması için gerekli her türlü görevi yerine getirirler.
Elmaların ve pateteslerin kesildiklerinde kararmalrı iGte bu enzimlerden birinin 'polifenol oksidaz'
diye adlandırılanın (biz kısaca -PPO- diyeceğiz) yarattığı bir sorundur. Bu enzim, yani PPO,
havanın oksijeni alıp, elmada bulunan 'tanin' adlı kimyasalla birleGtirerek kararmaya neden olur.

Elmayı kestiğiniz veya kabuğunu soyduğunuz zaman, kesilme yüzeyindeki hücreler de bölünür,
açılır. Buradaki PPO'lar havanın oksijeni ile birleGerek aynen demirin paslanması gibi bir renk
değiGimi olayı yaratırlar. Yere düGen elmaların yüzeyinde oluGan kahverengi noktaların nedeni de
aynıdır.

Kahverengi renge dönüGmeyi önlemenin bir yolu onları keser kesmez bir suya koymak ve hava
ile iliGkilerini kesmektir, ancak sudan çıkarıldıklarında yine koyulaGmaya devam ederler. C
vitamini kararmayı önleyebilir. Meyvenin kararan kısmına limon dökerseniz, içindeki C vitamini,
taninin oksijen ile temasını önler ve kararma hızını azaltır. Bu nedenle meyve ve sebze iGleyen
yerlerde kabuklar soyulduktan veya dilimleme iGlemi yapıldıktan sonra meyve ve sebzeler limon
tuzu içeren suya atılır.

Bütün enzimlerin ortak özelliği 75 derece sıcaklığın üzerinde etkisiz hale gelmeleridir. Yani
ısıtmak da bir çaredir. Bu tip sebze ve meyveler haGlandıklarında enzimlerin faaliyetleri durur ve
'enzimatik esmerleGme' denilen bu olay görülmez.

gimdi müjdemizi verelim. Meyve iGleyicilerini, salata hazırlayıcılarını, ev kadınlarını deli eden
bu olayın da çaresi bulundu. Çekirdeksiz meyve yetiGtirebilmek için çalıGmalarını sürdüren
genetik mühendisleri, meyve sineğinin oluGumu ve b esmerleGme üzerine de gittiler. Özellikle
beyaz üzümden Garap ve Geker kamıGından Geker elde etmede sorun olan bu esmerleGmeyi
genetikçiler enzim klonloyarak önlemeyi baGardılar.

Pratikte uygulandığında büyük bir ekonomik fayda da sağlayacak bu araGtırma sonuçları,


kesildiklerinde benzer esmerleGmeyi gösteren ağaçlara da uygulanacak ve böylece kağıt
üretimindeki bir sorun daha ortadan kalkacaktır.

BileGimlerinde okside olabilecek enzim bulunmayan turunçgillerde, yani portakal, limon ve
mandalinada esmerleGme olayı görülmez.

 

 Diyet kola suda nasıl yüzebiliyor?

 

Tabii evinizdeki teneke kutu kolaları suya atıp, yüzme bilip bilmediklerini test etmek gibi bir
merakınız yoksa bilemezsiniz. Suya atılan bir teneke kutu diyet kola batmaz ama aynı hacim ve
ebattaki normal kola batar. Bunun doğruluğunu ABD'deki kola üreticilerinin yetkilileride
onaylamıGlardır. Peki diyet kola yüzmeyi nasıl öğrendi?

Her iki kolayı da suya koyduğunuzda (attığınızda değil) diyet kola yüzeye doğru çıkar ama,
klasik kola da taG gibi dibe oturmaz. Yüzeye çıkayım mı, çıkmayayım mı dercesine salınır durur.

Üreticilerin bu durumu, diyet kolalarda kullanılan suni tatlandırıcıların yoğunluklarının Gekere
göre daha az olması ve bu nedenle de bir kutuda daha az miktarda kullanılmaları Geklinde izah
ediyorlar. Gerçekten "aspartame" denilen tatlandırıcı, Gekerden 2 yüz kez daha tatlıdır. Yani bir
kolayı tatlandırmak için 10 çay kaGığı Geker koymanız gerekiyorsa, aynı tatlılığı bir çay kaGığının
yirmide biri kadar suni tatlandırıcı katarak verebilirsiniz.

Aslında diyet kola ve kutunun yapıldığı alüminyumun yoğunlukları ayrı ayrı sudan fazladır ama
kutunun içindeki hava ve gaz kabarcıkları, onun ortalama yoğunluğunu, suyun yoğunluğunun
biraz altına indirir. ArGimet'e göre ortalama yoğunluğu sudan az olan her Gey yüzebilir.

Bu arada biradan da bahsetmeden geçemeyeceğiz. Evinizdeki aynı hacimdeki teneke kutu biraları
suya koyun, hepsinin farklı derinliklerde kaldıklarını göreceksiniz. Bunun nedeni suyun kaldırma
gücünden ziyade tüketici yasalarıdır. Kutunun kenarında yazan hacim miktarı yasal olarak en az
olanıdır. Doldurma sistemindeki hassasiyet pek iyi değilse, daha çok dolanlar daha ağır
olabilirler.

Kutu biralar eğer üzerlerinde yasal minimum miktar kadar doldurulurlarsa, içlerindeki hava ve
karbondioksit sayesinde yüzebilirler. Ancak üreticiler, yasadan çekilmeleri nedeni ile, biraları
minimumdan değil de, biraz fazla doldurmayı tercih ettiklerinden kutuların çoğunluğu suda dibe
gider.

 

 Bira içenler niçin sık sık tuvalete giderler?

 

Bira, insanlığın en eski ve en güzel içeceklerinden biridir. Ama bu güzel içkinin küçük bir kusuru
vardır. Gki bardağı bitirene kadar en az iki kere tuvalete gitmek zorunda kalınır. Neredeyse içilen
bira kadarı tuvalete bırakılıp, gidilir.

Aslında bu olayın biranın sıvı kısmı ile pek alakası yoktur. Bira içince tuvalete gitme ihtiyacını
hissettiren "antidiuretic" denilen bir hormondur. Biz buna kısaca "ADH" diyeceğiz.
Vücudumuzda üretilen bu hormon idrar miktarını ayarlar ve doğrudan olmasada da kanımızdaki
su miktarını etkiler.

Susuz kaldığımız zaman "ADH" böbreklerimize sinyal gönderip idrar üretimini durdurtur.
Böylece su harcaması kesilerek kanıızdaki su miktarı korunur ve plazmadaki tuz miktarının
yükselmesine mani olunur. Yani "ADH" vücudumuzdaki su ve tuz miktarını dengeleyen,
koruyucu bir iGlev görür.

Halk arasında idrar söktürücü adı da verilen bazı maddeler "ADH"nin salgılanmasına mani olur.
Bu durumda böbrekler idrar üretip üretmeyeceklerine karar veremezler ve sonunda üretmeye
devam ederler. Mevcut dengenin bozulduğunu bilmeden suyu dıGarı atarlar, insanı tuvalete


gitmeye mecbur bırakırlar ve vücudun kurumasına sebep olurlar.

Vücudumuzdaki bu hormonu en çok etkileyen maddelerden biri de alkoldür. Birayı bolca içince,
içindeki alkol nedeni ile "ADH"den sinyal de gelmeyince böbrekler fazla mesai yaparak
vücuttaki suyu idrar haline getirirler. Tabii biranın sıvı kısmının da buna katkısı vardır, ama aynı
sürede, aynı miktarda su içildiğinde bu kadar tuvalet ihtiyacı duyulmaz.

Aslında aynı durum tüm alkollü içeceklerde de geçerlidir. Gçilme zamanı ve miktarı biraya
eGdeğer olduğunda ayı etki onlarda da görülür. Bu hormonu etkileyen bir diğer önemli madde de
kafeindir. Kahve ile birlikte yeterli kafein alındığında "ADH" salgılanması durur ve böbrekler
idrar üretmeye devam eder.

Görüldüğü gibi içiki içmenin sonuçlarından birisi de vücudun kurumasıdır. Buna karGı vücutta
susama ile birlikte acıkma duyusu da uyarılır. Kaybedilen suya karGı gece yarısı yemek yeme
ihtiyacı duyulur. Durum buna uygun değilse sabah kalkıldığında bir sürahi su içilir.

 

 Gnsanlar yiyeceklerini niçin piGirerek yerler?

 

Vejetaryenler, yani etyemezler lobisine göre, et yemek insan doğasında yoktur. Et yemenin insan
sağlığı üzerine olumsuz etkisi olduğu gibi damakta tat alma hissini de bozmaktadır. Ancak
etoburların gözleri önde, ot oburların ise yanda olur teorisine göre, insanın ot obur olduğunu iddia
etmek biraz haksızlık olur. Gnsanlar et de yer, ot da. Ama niçin piGirerek? Gnsandan baGka
yiyeceğini piGirerek yiyen, bilinen hiçbir hayvan türü yoktur.

Genel açılamalara göre, piGirildikçe yiyecekler yumuGamakta, yemek ve hazım kolaylaGmaktadır.
Bu Gekilde onları küçük parçalara ayırarak yiyebildiğimiz için, zaman ve enerji kaybı en aza
indirilmiG olur. Ayrıca piGirilen yiyeceklerde, bazı hoG olmayan kokular ve sağlığımıza zararlı
toksik bakteriler de yok olmaktadır.

Bu görüG insanların piGmiG yiyeceklerden niçin daha çok tat aldıklarını tam olarak açıklayamaz.
Bu konu kimya ilminin kapsamına girer. Yiyecekler ısıtıldıkça, bünyelerinde bulunan Geker ve
amino asitler parçalanır ve her biri ayrı tat ve kokuya sahip yeni moleküller oluGtururlar. Örneğin
Gekeri yeteri kadar ısıtırsanız rengi kahverengiye dönmeye baGlar ve etrafa çok güzel bir koku
yayılır. geker moleküllerinin içindeki karbon, hidrojen ve oksijen atomları, havanın içindeki
oksijen ile reaksiyona geçerek, ağzımıza ve burnumuza hoG gelen yüzlerce moleküler yapı
oluGturular.

PiGmiG bir biftekte en az 6 yüz değiGik ve hoGumuza giden koku türü oluGtuğu ileri sürülüyor.
Bunu sadece birkaç değiGik koku türü taGıyan buğday ve arpa ile karGılaGtırırsak, piGirmenin
lezzete yaptığı katkının büyüklüğü ortaya çıkar. Tabiattaki hali ile çok koku türüne sahip
yiyecekler sadece meyvelerdir. Bir çilekte yaklaGık 300, ahududunda ise 200 koku çeGidi bir
aradadır.

Yiyeceklerin piGirilmeleri sırasında, sağlığımıza zararlı bakterilerin yanında, vücudumuz için
gerekli vitamimler de ölür. Yanlarına sadece iyi piGirilmiG et alarak yola çıkan kutup kaGiflerinde,
vitamin eksikliği problemlerinin yaGandığı tespit edilmiGtri. Bu nedenle piGirilmiG yiyeceğin
yanında salata, meyve veya haGlanmıG sebzeler de yiyerek bu vitamin açığı kapatılmalıdır. Tost
ve kahve makinelerinde veya mangalda çok ısıtılan her Geyde vitaminler yok olur ama lezzet
artar. Yiyecekleri çok fazla sıcakken yemenin sindirim sistemimize verdiği zararın dıGında hiçbir
faydası yoktur.

 

 Soğan doğrarken niçin gözümüz yaGarır?

 

Soğanın anavatanının Güneydoğu Asya olduğu sanılıyor. Günümüzde ise dünyanın her yerinde,


özellikle sıcak iklim kuGaklarında yetiGtirilmekte ve tüketilmektedir. Soğanın tarihi o kadar
eskiye gitmektedir ki, kayıtlı tarihten de önce Çin, Hindistan ve Ortadoğu'da yiyecek olarak
kullanıldığı tahmin ediliyor.

Soğan besleyici bir gıda olamsının yanı sıra müthiG bir aromatik özelliği de sahiptir. Bu aromada
içindeki kükürtlü maddelerin büyük etkisi vardır, ancak aroma tek baGına kükürtlü maddelerden
kaynaklanmamaktadır. Soğan ve sarımsakta sülfür ihtiva eden amino asitlerin türevleri de vardır.

Bir soğanı kestiğinizde bunlardan "S1 propenylcysteinesulphoxide" adı verilen kısım çözülür ve
gözlerimizi tahriG eden "proponal-S oxit" adlı kısmı ortaya çıkar. Kimya ilminin karıGık
kelimeleri aklımızı karıGtırmadan esasa geçersek, bu maddenin gözümüze değmesi ile bir çeGit
hidroliz olur ve içinde eser miktarda bulunan sülfrik asit gözümüzü yakar ve yaGarmasına neden
olur.

Bu bileGimler çok dengeli değillerdir. Örneğin çok düGük bir ısı iGlemi sonucunda dahi tamamen
yok olurlar. Bu nedenle de piGmiG soğanda hiç bulunmazlar ve göz yaGartamazlar. Soğan
doğrarken gözlerinizin yaGarmaması için önerilen birçok önlem vardır.

Önce en ciddisini söyleyelim. Bazı aGçılar soğanı kesmeden önce ıslatmayı, keserken de ıslak
tutmayıveya soğanı çeGmeden akan suyun altındfa kesmeyi öneriyorlar. Bir baGka görüG ise soğan
doğrarken ağızdan nefes almayı tavsiye ediyor. Bu görüGe göre gaz nefesimizle birlikte
burnumuza girip gözümüze yaklaGmak yerine doğrudan ciğerlerimize girer ve çıkarmıG. Bunu
sağlamak için de diGlerimizin arasına bir metal kaGık koymak yeterliymiG.

Soğan doğrarken gözlerimizin yaGlanmasını önlemek için, dudaklar arasına bir limon dilimi,
diGler arasına bir kesme Geker veya dörtte bir dilim ekmek bulundurmayı önerenler de var.
Böylece ağzımıza alacağımız bu gibi Geylerin, aldığımız nefesteki sülfür gazını emdiğini iddia
ediyorlar.

Diğer görüGler ise, soğanın doğranılmasına tepesinden baGlanılması ve cücüğünün en sona
bırakılması veya soğanı doğramadan önce yarım saat buzdolabında tutulması Geklinde. Soğan
doğrarken deniz gözlüğü veya kontakt lens takılmasının faydalı olacağını ileri sürenler de var. Bu
kadar çok önlem seçeneğinin içinde, siz bir tanesini bile uygulamıyorsanız, yapacak bir Gey yok,
soğanı ağlaya ağlaya doğramaya devam edeceksiniz.

 

 Hamburgerin adı nereden geliyor?

 

"Ham" kelimesinin Gngilizce'deki anlamı "domuızun bacağının üst kısmından tuzlanarak ve
kurutularak yapılan yemek" demektir. Öyleyse hamburger domuz etinden yapıldığı için mi bu adı
almıGtır?

Kesinlikle hayır! Hamburgerin tarihi Orta Asya'ya Tatar diye bilinen Türk toplumlarına kadar
uzanır. O zamanlar savaGçı Tatar atları çiğ et yiyorlardı. Zamanla bu eti eğerlerinin altına
koyduklarında, uzun seferlerde atın hareketleri sonucunda bu etin bir Gekilde az da olsa piGtiğini
ve daha kolay çiğnenebilir hale geldiğini keGfettiler.

Yıllar geçtikçe, Asya steplerindeki uzun seferlerinin sonunda bu eti eğerin altından
çıkarttıklarında onatuz, biber ve soğan da ilave ettiler ve sonunda bugünkü bilinen "Tatar Bifteği"
ortaya çıktı.

Almanya'nın Hamburg Gehrinden bir tüccar, ticaret amacıyla gittiği Orta Asya'da 19. yüzyılın
ortalarında Tatar Bifteği'ni görür ve Almanya'ya getirerek Hamburg bifteği olarak sunar. Daha
sonraları bir aGçı bu eti kızartarak servie sunar ve ona "Hamburg'a ait" anlamında hamburger
adını verir.

Hamburger Amanya'yı iki yolla terk eder. Yine 19. yüzyılda bir fizikçi aynı zamanda yemek
geliGtirme uzmanı olan Dr. J. H. Salisbury hamburgeri Gngiltere'ye getiri. Salisbury sağlıklı bir


yaGam için günde üç kere, önden sıcak su ile yıkanmıG biftek yenilmesi gerektiğine inanıyordu.
Bu Gekilde hazırlanan hamburgere Gngiltere'de "Salisbury Bifteği" adı verildi.

Diğer yolla ise, 19. yüzyılın sonlarında Alman göçmenleri ile Amerika'ya gitti. Hamburger
etinden yapılan köftelerin ismi burada hamburger olarak yerleGti. Yani tarihin hiçbir safhasında
hamburgerin içinde domuz eti olmadı. Gerisin geriye Türkiye'ye döndüğünde ise tarihinin
atalarımıza dayandığını bilmeyenler geleneksel damak tadımıza uygun olmadığını ileri sürdüler.

Bu arada belirtelim ki, Birinci Dünya SvaGı sonrası ABD'de Gngilizcede'ki Alman kökenli
kelimeleri ayıklamak için yapılan çalıGmada, hamburgerin ismi de "Salisbury Bifteği" olarak
değiGtirilmeye çalıGıldı, ama tutmadı.

 

 Biber neden acıdır?

 

Biber acı değildir. Acı, tatlının tersidir ve acıya örnek olarak kiwinin ya da greyfurdun tadı
gösterilebilir. Biber acı değil yakıcıdır. Bunun tersi ise serinletici olup, buna da örnek olarak nane
veya mentol gösterilebilir.

Biberin yakıcılığı, içinde bulunan kapsaisin adı verilen bir tür bileGikten kaynaklanır. Bu
maddenin büyük bir kısmı, biberin etli kısmında ve tohumlarında bulunur. Bu nedenle ucu pek
yakıcı olamayan biberin, yenildikçe yakıcılığı daha çok hissedilir.

Kapsaisin maddesi bibere yakıcılık vermekle kalmaz, cilde temas ettiğinde tahriGe de yol açar.
Hatta bu özelliğinden dolayı bazı romatizma ilaçlarının formüllerinde de kullanılır.

YeGil biber kırmızı olanından daha yakıcı değildir. Yakıcı biberler koyu renkli ve çok sivri
uçludur. Biberler A ve C vitaminleri bakımından çok zengin olup, sıcak havada yenilen yakıcı
biberler insanı terletirler ve terin buharlaGmasıyla insanda bir serinlik hissi duyulur.

Buna karGın, biberin içindeki kapsaisin maddesi, insanda tükürük salgısını da artırır, solunum ve
kan basıncında değiGimler yaratır, bağırsaklarda emilimin azalmasına yol açar.

Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, diğer kansorejen maddelerle birlikte
alındığında, karaciğer kanserinin ortaya çıkmasında, hızlandırıcı rolü olduğu konusunda ciddi
kuGkular vardır.

Biberden ağzımız yanınca çoğumuz hemen su içeriz ve bir iGe yaramadığını görürüz. Peki nasıl
oluyor da, bibrin yakıcı tesirini su gideremiyor? Sebebi basit, yağ ve su kesinlikle birbirlerine
kaarıGmaz. Biberlerin yakıcılık veren maddesi yağlı olduğu için, ne kadar su içerseniz için onunla
birleGmez. En iyi metot ekmek yemektir. Ekmek bu yağı absorbe der ve mideye taGır.

Bir diğer etkili yol da süt içmektir. Sütün içindeki kasein maddesi bir deterjan görevini üüstlenir,
biberin yağı ile karıGarak ağzı temizler. Bu da yeterli değilse rakı içilmesi önerilir. Rakı da diğer
alkol içeren sıvılar gibi yağı çözer ve sorunu giderir, ama sonuçları ertesi sabah ortaya çıkacak
baGka sorunlar getirir.

 

 Arabalarda hava yastıkları nasıl çalıGıyor?

 

Hava yastıkları 80'li yılların baGında ortaya çıktıklarından beri binlerce hayatı kurtarmıGlardır.
Aslında hava yastıkları Gkinci Dünya SavaGı sırasında uçakların yere çakılmalarında bir önlem
olarak tasarlanmıG ve ilk patent o zamanlarda alınmıGtı.

Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle karGılaGıldı. Basınçlı havanın
araba içinde muhafazası, süratle GiGmenin sağlanması, ani GiGme sırasında yastığın patlamasının
veya kiGiye zarar vermesinin önlenmesi vs...

Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki, ince naylon iplikten yapılmıG
ve konsolda bir silindir üzerine sarılmıGtır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı diğerlerinden


farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir Geklinde iken sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak
Gekildedir.

Gkinci olarak yastığa ne zaman GiGeceğini bildiren, arabanın ön tarafında bir sensör vardır. Bir
tuğla duvara yaklaGık saatte 15-25 kilometre süratlGe çarpıldığında oluGacak kuvvet karGısında
sinyal verecek Gekilde ayarlanmıGtır.

Son olarak da GiGme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıGtırılmıG veya basınç altındaki havanın
veya bir gazın salıverilmesiyle GiGmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda GiGerler. Bu
kimyasal reaksiyonun ana maddesi "sodyum azide"dir, yani NaN3. Normal Gartlarda durağan
olan bu molekül ısıtılınca anında ayrıGır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az miktarından, yani
130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir.

Ancak bu ayrıGmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki, çok reaktiftir. Su ile birleGince vücuda
bilhassa gözlere, buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek için hava yastığı
üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum ile birleGebilecek bir gaz daha kullanabiliyorlar ki, bu da
potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar.

Arabanın önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada, NaN3 çözülür, açığa çıkan
nitrojen hava yastığına dolarak GiGirir. Burada ilginç olan sensörün çarpmayı algılaması ile
yastığın GiGmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30 milisaniye yani 0.030 saniye.

Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile kendi kendine söner ve kazazedeye
devamlı baskı yapılmasına mani olur.

 

 Paslanmaz çelik niçin paslanmaz?

 

Çelik ile demir arasında çok az bir fark vardır. Saf demir bir bakır kadar yumuGaktır. Onun içine
yüzde 2'ye kadar karbon katılması ile inanılmaz bir mukavemet, sertlik ve mekanik özellikler
elde edilir ki, adı artık çeliktir. Demirin bol olması, kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle çeliğin
de kullanımı çok yaygındır. Ancak çelikte de, demirde olan zayıf bir nokta vardır. Paslanma,
diğer bir deyiGle oksidasyon.

Günlük hayatımızda kullanılan eGyaların paslanması sonucu her yıl dünyada milyonlarca dolar
boGa gitmektedir. Bu kaybın büyük bir kısmı demir ve çeliğin paslanmasından dolayıdır.
Paslanmayı kısaca demirin havadaki oksijen ile birleGmesi olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu
elektro kimyasal bir reaksiyondur. Bu nedenle malzemenin bir yerinde baGlayan paslanma
boyanın altından geçerek diğer bir yerde ortaya çıkabilir.

Sadece demir ve çelik değil diğer metaller de paslanır. Örneğin, alüminyum, pirinç, bronz gibi.
Ancak onlarda malzemem ile oksijenin birleGmesinden oluGan çok ince bir tabaka, daha oluGur
oluGmaz malzemenin hava ile temasını keserek koruyucu bir rol oynar, paslanmanın ilerlemesini
önler. Bu tabaka o kadar incedir ki, malzemenin rengi hemen hemrn değiGmez. Demirdeki
paslanmanın özelliği onun ve oksijen atomlarının boyutlarındaki büyük farktan dolayı yüzeyde
sağlam bir birleGme olmaması, paslanmanın malzemenin içine nüfuz etmesi, sadece görüntü değil
mukavemetin de bozulmasıdır.

Paslanmada havadaki nemin de etkisi büyüktür. Reaksiyondaki su miktarı pasın rengini de
belirler. Bu nedenle pasın rengi siyah veya çok koyu kahverengi olabildiği gibi sarımtrak da
olabilir. Paslanmanın hızını artıran faktörlerden bir diğeri de tuzdur. O da elektro-kimyasal
reaksiyonun hızını artırır. KıGın kar nedeni ile yollarına tuz dökülen yerler ve deniz kenarlarında
paslanma daha hızlı olur.

Paslanmaz çelikten önce, paslanmayı önlemek için malzeme boyanıyor veya galvaniz
kaplanıyordu. Bu çözümler de özellikle sağlık ve gıda sektöründe baGka sorunlar yaratıyordu. Glk
paslanmaz çeliği Harry Brearley, 1913 yılında tesadüfen keGfetti. Tüfek namluları için çeGitli


metalleri birleGtirerek deneyler yaparken bazılarının paslanmaya karGı dirençli olduklarını gördü.
Her büyük buluGta olduğu gibi, o da bunu sanayicilere kabul ettirebilmek için uzun bir uğraG
verdi.

Krom gibi bazı metaller, atom boyutlarının birbirine yakın olmasından dolayı oksijenle çok kolay
ve süratli birleGirler. Kalınlığı birkaç atom olacak kadar çok ince ama çok sağlam bir tabaka
oluGtururlar. BaGka reaksiyon olmaz. Bu tabaka zedelense bile tekrar oluGur. Krom belli bir
oranda çeliğe katılırsa yine aynı olay olur, çelik artık paslanmaz.

Paslanmaz çeliğin içinde yüzde 10-30 krom vardır. Bu orana ve eklenecek nikel, titanyum,
alüminyum, bakır, sülfür, fosfor ve benzeri elemanlara bağlı olarak kullanım yeri değiGir.

 

 En yüksek ses hangisidir?

 

Sesin seviyesini ölçmede kullanılan birim Desibel'dir ve kısaca dB olarak yazılır. Gnsan kulağı
inanılmaz Gekilde hassas olduğundan bu dB ölçüsü de biraz tuhaftır. Kulağımız en hafif bir
yaprak hıGırtısından, jet motorunun yüksek sesine kadar her Geyi iGitebilir. Halbuki jet motorunun
sesi insanın iGitebileceği yumuGak bir fısıldamadan bir trilyon kat daha fazladır. Gnsan kulağı
aralarında bir dB fark olan sesleri bile ayırt edebilir.

Desibel seviyesi matematik dilinde "eksponenGıl" denilen Gekilde (aynen deprem ölçüsü
"rihter"de de olduğu gibi) katlanarak artar. Gnsan kulağının iGitebileceği en düGük ses seviyesi
yani sessizlik 0 (sıfır) dB'dir. Bu seviyenin 10 kat fazlası 10 dB, 100 kat fazlası 20 dB, 1000 kat
fazlası 30 dB'dir ve böyle artarak gider. gimdi bazı seslerin seviyelerine bakalım.

 

 

COLOR: #000000; FONT-FAMILY: Arial, Helvetica, sans-serif; FONT-SIZE: 10px;
FONT-WEIGHT: normal

}

 

Sesin Giddet faktörü

 

Ses seviyesi (dB)

 

Sesin kaynağı

 

 

1.000.000.000.000.000.000

 

180

 

Roket sesi

 

1.000.000.000.000.000

 

150

 

Jet uçağının kalkıGı

 

1.000.000.000.000

 

120

 

Gök gürültüsü

 

100.000.000.000

 

110

 

 

Klakson sesi (1
metreden)

 

10.000.000.000

 

110

 

Metro istasyonu

 

1.000.000.000

 

110

 

Mutfak blenderi

 

100.000.000

 

80

 

Saç kurutucusu

 


 

10.000.000

 

70

 

Otobandaki trafik

 

1.000.000

 

60

 

Normal konuGma

 

10.000

 

40

 

Oturma odası

 

1.000

 

30

 

Kütüphane, hafif
fısıltı

 

10

 

10

 

 

Yaprak hıGırtısı

 

1

 

0

 

GGitmenin alt sınırı

 

 

 

 Yukarıdaki bütün ses seviyeleri kaynağın yakınından alınmıGtır. Kaynaktan uzaklaGtıkçabu
seviyeler mesafeye bağlı olarak düGer. 85 dB''in üzerindeki sesler iGitme duyusunun kaybına yol
açabilir. Tabii bu süreye de bağlıdır. 10 saat 95 dB seviyesindeki sese maruz kalmak zarar
verebilirken, çok kısa sürede 120 dB''lik bir ses seviyesi kulağa zarar vermez.

Sesin iki temel özelliği vardır. Biri yukarıda belirttiğimiz Giddeti veya seviyesi, diğeri de frekansı.
Ses hava dalgaları ile yayıldığından bir saniyedeki dalga sayısı frekansını verir. Ve bu da "Herz"
birimi ile ifade edilir. Sesin Giddeti ile frekansı arasında bir bağlantı yoktur. Gnsan kulağı 20 ile
20.000 Herz arasındaki sesleri algılayabilir. 20.000''in üstü ultrasonik sesler olup bu sesleri insan
kulağı algılayamaz.

Sesin bir kulağımıza gelmesi ile öbürüne gelmesi arasında saniyenin milyonda biri kadar bir süre
olamasına rağmen sinir sistemimiz bunu beynimize ulaGtırır ve sesin hangi yönden geldiğini
algılarız. 85 dB''in üstü insan kulağı için zararlı iken bebeklerin ağlaması 100 dB''in de
üstündedir. Anneler, babalar bebeklerinizi ağlatmayın, sonra zararı size dokunabilir.

 

 Kağıt nasıl yapılıyor?

 

Kleopatra, Konfiçyüs, Einstein, Edison, Ts'ai Lun. Bütün bu kiGilerin içinde insanlık tarihinin
geliGimine en büyük faydası olan kimdir dersek, herhalde Ts'ai Lun demezsiniz. Ama O'dur. Ts'ai
Lun günümüzden yaklaGık 2000 yıl önce Çin'de yaGayan bir memurdu ve MS 105 yılında
bugünkü kullanılan hali ile kağıdı icat etti. Dutağacı kabuğu, kenevir ve kumaG parçalarını suyla
karıGtırarak ezdi, lapa haline getirdi, presleyerek suyunu çıkardı ve bu ince tabakayı kuruması için
güneGin altında ipe astı.

Aslında insanlar MÖ 3500 yıllarında bile üzerine yazı yazabilecek çeGitli Geyler kullanıyorlardı.
Kağıdın icadı sonraki devirlerde Çinlileri dünyanın en geliGmiG kültürünün sahibi yaptı.
gaGırtıcıdır ki, Orta Asya'ya 751, Bağdat'a ise 793 yılında ulaGan Ts'ai Lun'un kağıt yapma
metodu, Avrupa'da ilk kağıt ancak 1151 yılında Gspanya'da yapılabildi.

Özellikle matbaanın icadı ile birlikte kağıda olan ihtiyaç gittikçe büyüdü. Yeterli hammadde
bulmakta zorlanıldı. Ayrıca bu Gekilde kağıt imalatı çok zaman alıyordu ve dünyanı bir çözüme
ihtiyacı vardı.

Kesin tarih bilinmiyor ama yaklaGık 18. yüzyılın baGlarında Fransız bilimci Rene - Antonie
Ferchault de Reaumur ormanda ağaçların arasında yürürken bir yaban arısı kovanı gördü. Yaban


arıları evlerinde olmadığından durup kovanı incelemeye baGladı. Birden kovanın kağıttan
yapılmıG olduğunu gördü. Peki onlar paçavra kullanmadan kovanı nasıl yapıyorlardı? Sadece
paçavra değil, kimyasallar, ateG ve karıGtırma tanklarını da kullanmıyorlardı. Arılar insanların
bilmediği neyi biliyorlardı?

Aslında her Gey çok basitti. Kısa bir gözlem sonucunda gördü ki, yaban arıları ince dalları veya
çürümüG kütükleri kemirir gibi ağızlarına alıyorlar, burada mide sıvıları ve salyaları ile
karıGtırıyorlar ve kovanlarını yapmada kullanıyorlardı. Reaumur arıların sindirim sistemini de
inceleyerek buluGunu 1719 yılında Fransız Kraliyet Akademisi'ne sundu.

Glk kağıt makinesi 1798 yılında yapıldı. Ancak bu geniG bir kayıGın dönerek fıçıdaki lapayı aldığı
ve ince kağıt haline getirdiği, her dönüGte tek bir kağıt yapabilen basit bir makine idi. Silindirli
makine çok geçmeden 1809 yılında John Dickinson tarafından ilan edildi.

Günümüzde kağıt üretimi yüksek teknoloji ile ve tam otomatik olarak yapılabilmektedir ama
iGlemin adı esas olarak değiGmemiGtir. Kağıtların arasındaki kalite farkını kullanılan lifin türü,
lapanın hazırlanıGı, içine katılan malzemeler, kimyasal veya mekanik metotlar belirler. Her ne
kadar liflerin elde edilmesinde ağaçlar ana kaynak ise de özellik taGıayn kağıtların yapılmasında
günümüzde sentetik lifler de kullanılmaktadır.

 

 

 

 Bumerang nasıl geri gelebiliyor?

 

 

Bilinenin aksine bütün bumeranglar geri gelmezler. Fırlatana geri dönebilen bumeranglar sadece
Avustralya yerlileri Aborijinler tarafından spor olarak veya kuG sürelerini avlamakta kullanılırlar.
Aborijinlerin tarih öncesi zamandan beri bumerangları kullandıkları biliniyor.

Bumerang Gngilizce'de "boomerang" lan ismi de Aborijinlerin kullandığı isimden türemiGtir.
Aslında bugün Avustralya'yı ilk keGfedenler kanguruları görünce çok GaGırmıG ve Aborijinlere
bunların isimlerini sormuGlar, onlar da "kanguru" cevabını verince, bu acayip hayvana kanguru
ismini vermiGlerdir. Halbuki kanguru Aborijin lisanında "bilmiyorum" demektir.

Bumerang Geklinde ancak geri dönme özelliği olmyan benzerlerinin Abojinler gibi Mısır'da,
güney Hindistan'da, Endonezya'da (Borneo) ve Amerika'da yerliler tarafından tarihin ilk
çağlarında itibaren kullanıldığı biliniyor. Bu tipler daha uzun ve ağırdırlar. Av hayvanlarıı
öldürmede kullanılırlar. SavaGlarda çok ağır yaralanmalara ve ölümlere sebep olurlar. Hatta
bazılarının ucu tesiri arttırmak için kanca Gekllinde yapılır.

Aborijinlerin yaptıkları geri dönebilen bumeranglar ise hafif ve ince olup toplam uzunlukları 50 -
75 santimetre, ağırlıkları da 350 gram civarındadır. Bumerangın iki kolunun ucu yapılırken veya
yapıldıktan sonra kül ile ısıtılarak birbirinin aksi istikamete kıvrılır.

Bumerang yere parelel veya biraz aGağı doğru atılırsa biraz sonra yükseliGe geçerek, 15 metre
yüksekliğe kadar tırmanır. Eğer bir ucu yere çarpacak Gekilde atılırsa, yere çarpan bir mermi gibi
müthiG bir hızla dönerek yükselir, 45 metrelik bir daire veya elips çizerek yörüngesini tamamlar,
fırlatanın yakınına düGer.

Bumerangın nasıl geri döndüğü günümüzün bilim insanları tarafından tam anlaGılmıG değildir.
DönüGün aerodinamik kaldırma gücü ile üç eksende yaptığı cayroskobik dönüGün birleGiminin
yarattığı sanılmaktadır. Geri dönebilen bumerangların, diğerlerinin uçuG Gekillerinin
gözlemlenerek veya tamamen tesadüf sonucunda geliGtirildiği sanılıyor.

Aborijinlerin bumerangla kuG avlamaları ise ilginç. Bumerangı, kuG sürülerinin uçuG
yüksekliğinin üzerine fırlatıyorlar. Bumerangın yerdeki gölgesini gören kuGlar arkalarında yırtıcı


bir kuG olduğunu sanıyorlar. Kaçmak için dalıGa geçiyorlar ve sonunda ağaçlar arasına gerilmiG
ağlara takılıyorlar.

Bumerang fırlatma, tarihte kaydedilmiG en eski sporlardan biridir. Günümüzde baGta ABD'de
olmak üzere bazı ülkelerde, hedefe yakınlık, mesafe, hız ve yakalama kategorilerinde spor olarak
hala yapılıyor.

 

 ParaGütle ilk nasıl atlanıldı, kim atladı?

 

Aslında en çok merak edilen paraGütün icadından çok, onunla havadan ilk kimin atladığıdır. Kim
böyle bir Geyi ilk defa denemeye cesaret etmiGtir? Sanıldığının aksine paraGüt uçaktan sonra değil,
yaklaGık bir yüzyıldan fazla bir zaman önce, balonla hemen hemen aynı tarihlerde ama çok ayrı
çalıGmalarla icat edilmiGtir.

ParaGüt fikri eski Çin'e kadar gider. Günümüzde ki paraGüte benzer bir Geyler geliGtirilmiG ama
oyuncak olmaktan öteye geçememiGtir. Leonardo da Vinci'nin de bu konudaki çalıGmaları
biliniyor. Bu fikri hayata ilk geçiren kiGi ise Fransa'da 1783 yılında Louis-Sabestian Lenomand
olmuGtur.

Lenomand 4,5 metre yükseklikteki bir ağaçtan, omuzlarına birer adet bir çeGit Gemsiye
bağlayarak ilk deneyimini yapmıGtır. Ancak o, buluGunu o seviyedeki bir yükseklikten, yangın
çıkan bir binadan atlayarak kaçmak için düGünmüGtü.

Ciddi anlamda ilk atlamanın Gerefi ise Fransız Andre-Jack-ques Garnerin'e aittir. 1769 Paris
doğumlu Garnerin Fransız ordusunda 1793 yılında müfettiG olmuG. Gngiltere'de iki yıl hapis
yatmıG ve dönüGünde 1797 yılında ilk atlayıGını bin metreden bir balondan yapmıGtır. Bu ilk
paraGüt Gemsiye Geklindeydi, çapı yedi metreydi ve ketenden yapılmıGtı. Garnerin daha sonra
birçok gösteri atlayıGı yapmıG, hatta bir keresinde 1802 yılında Gngiltere'de 2 bin 400 metreden
atlamıGtır.

Önceleri ketenden yapılan paraGütler, sonraaları ipekten yapılmaya baGlanıldı. Uçaktan ilk atlayıGı
gerçekleGtiren ise 1912 yılında, ABD Kara Kuvvetleri'nden YüzbaGı Albert Berry oldu.

Birinci Dünya SavaGı baGlarında uçaktan paraGütle atlamanın pratik olmadığı görüGü hakim
olduğundan, sadece gözetleme balonlarında görevli olanların, uçak saldırılarından kaçıGlarında
çok yaygın olarak kullanılmıGtır.

Birinci Dünya SavaGı'nın sonlarına doğru paraGütün uçak pilotlarının da can dostu olduğu
anlaGılmıGtır. Gkinci Dünya SavaGı'nda ise uçak ebatlarının büyümesi ve teknolojilerinin geliGmesi
ile insanların ve birliklerin yere indirilmeleri dıGında silahları indirmek, mahsur kalan birliklere
ikmal malzemesi göndermek, ajanları indirmek gibi birçok alanda kullanılmıGlardır.

 

 

 

 

 

 Floresan lambalar niçin daha ekonomiktir?

 

Floresan lambalar ilk olarak 1939 yılında, NewYork Dünya Fuarı'nda "General Electric"
tarafından sergileni. Amerikan evlerinin elektrikle ayınlatılmasından yaklaGık 60 yıl sonra
oortaya çıkan floresan lambanın bilinen ampül ile savaGı günümüze kadar sürdü.

Aynı evin içinde banyoda yumuGak ıGığı ile floresan galip gelebilirken, yatak odasında
mücadeleyi rpmantik ıGığı ile ampül kazandı. Uzun mücadele sonunda zafer floresanın oldu.
Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin değiGmesi değil, elektrik giderlerinin azaltılaması


gereken yoğun yaGamın olduğu iGyerleri ve okullardı.

18 Watt'lık bir floresan lamba, 75 Watt'lık bir ampül kadar ıGık verebilir. Yani floresanlar daha az
enerji sağlayıp, daha çok ıGık verirler, yaklaGık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Piyasa satıG
fiyatları daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. IGık tek bir noktadan değil
de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ıGıkları daha yumuGaktır ve
gözleri yormaz.

Floresan lambalarda, elektrik düğmesine baıldığında, transformerden geçen elektrik, tüpün bir
ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluGturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki civayı
buharlaGtırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ültraviyole ıGınları saçmaya baGlar.
Bu ıGınları da tüpün iç yüzeyine kaplanmıG olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ıGığı
oluGturur.

Floresan lambalar ilk açılıGları sırasında çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktardaki enerjiyi bir
saatlik açık durumdaancak harcarlar. Ayrıca çok sık açıp kapama ile ömürleri de kısalır. Örneğin
tipik bir floresan lamba devamlı açık bırakıldığında 50 bin saat çalıGabilir. Üç saatlik aralarla
kapanıp açıldığında ömrü 20 bin saate düGer. Sonuç olarak floresan lambaları bir saat sonra
açacaksanız hiç kapatmamanız daha ekonomik olabilir. Normal ampüllerde açılıp kapamanın
ciddi bir etkisi yoktur.

Bazı insanların floresan tipi ıGıklara duyarlıkları vardır. Aslında ayırt edemeyiz ama floresanın
ültraviyole içeren arkı saniyede 120 kez çakar. IGığın bu frekansı bazı insanlarda migren denilen
baG ağrıları yaratabilir. Bu titreGimleri lambaya doğrudan baktığınızda göremezsiniz ama
gözünüzün köGesinden baktığınızda görebilirsiniz.

Evlerdeki çiçekler genellikle yeGi yapraklı olup, ıGığın kırmızı ve mavi kısmını absorbe ederler.
Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul ıGığında mavi renk çok azdır. Bu nedenle evdeki
çiçekler için floresan lambalar daha faydalıdır.

 

 

 

 Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?

 

Geceleri flaGla çekilen fotoğroflarda genellikle gözler kırmızı çıkar. Peki fotoğraftaki güzelliği
bozan bu olay nasıl olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flaGla çekilen fotoğraflarda
olmaz?

Gözümüz iç içe geçmiG üç tabakadan oluGur. En dıGarıdaki gözümüzü koruyan ve göz akı da
denilen sert tabakadır. Gkincisi, kan damarlarından meydana gelmiG ve ortasında göz bebeğinin
bulunduğu damar tabakadır. Bu damarlar sayesinde fazla ıGıkta göz bebeğimiz küçülür, karanlıkta
ise daha çok ıGık alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavaG yapar. Üçüncü tabakada
retina adı verilen, ıGığa duyarlı kılcal damar ağlarından oluGan ağ tabakasıdır.

Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanların gözlerinin arkasında, yani retinalarında ayna gibi,
yansıtıcı özel bir tabaka vardır. Eğer karanlıkta gözlerine el lambası veya araba farı gibi bir ıGık
tutarsanz, bu ıGık gözlerinin içinden yansır ve gözleri karanlıkta pırıl pırıl parlar. Gnsanların
gözlerinin retinasında ise böyle bir yansıtıcı tabaka yoktur.

Fotoğraf makinesinin flaGı çok kısa bir zamanda çok kuvvetli bir ıGık verir. Gözbebeğimiz ise bu
kadar kısa zamanda küçülmeye fırsat bulamaz. IGık doğrudan retinaya ulaGır ve oradan da
doğrudan kılcal damarların görüntüsü yansır. GGte flaGla çekilen fotoğraflarda görülen bu
kırmızılık retina tabakasındaki kılcal damarların görüntüsüdür.

Günümüzde, birçok fotoğraf makinesinde, gözün bu kırmızı görüntüsünü azaltacak önlemler
alınmıGtır. Bu makinelerde flaG iki kere çakar. Birinci çakıG resim çekilmeden az önce olur ve


gözbebeğinin küçülerek gözdeki yansımayı azaltmasına zaman tanır. Gkincisi de tam fotoğraf
çekilirken olur ki, gözbebeği olması gereken durumu almıGtır zaten. BaGka bir önlem de odadaki
bütün ıGıkları açarak gözbebeğinin önceden küçülmesini sağlamaktır.

Geceleri flaGlı fotoğraflarda, gözlerin kırmızı çıkmasının önlenmesinin bir yolu da flaGı
objektiften olabildiğince uzak tutmaktır. Günümüzde fotoğraf makineleri o kadar küçülmüGtür ki,
flaG makinesinin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. FlaGın ıGığı göze gelip
yansıyarak geri döndüğünde doğrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze dıGarıdan, her
yönden ıGık geldiği için, flaGın ıGığı bunların arasında daha az oranda gözümüze girer ve kırmızı
göz olayı yaratmaz.

 

 

 

 Helikopterlerin arka pervaneleri ne iGe yarar?

 

Günümüz taGıtları içinde en çok yönlü ve GaGırtıcı olanı helikopterdir. Üç boyutta da hareket
edebilmesi, hemen hemen her yere gidebilmesi nedenleri ile uçaklarla yapılamayan birçok özel
görevlerde de kullanılabilirler. Ancak helikopterlerin uçma mekanizmaları uçaklara göre oldkça
karıGık, üretim maliyetleri de daha yüksektir. Helikopterleri çaklardan ayıran önemli özellikler,
havada asılı durabilmeleri ve geri geri uçabilmeleridir.

Uçaklarda gerekli gücü motor sağlar ama asıl havada kalabilmelerini sağlayan kanatlarıdır.
Helikopterlerde ise havada kalmayı sağlayan motora bağlı pervanelerdir. Onları bir çeGit dönen
kanat olarak düGünebiliriz. Bir helikopterde iki veya daha fazla kanat olabilir.

Kanatlara hafif bir açı verilip, ana motor çalıGtırılınca, dönen kanatlar helikopteri kaldırmaya
çalıGır. Yerde iken sorun yoktr ama havalanınca helikopterin gövdesi, pervanenin dönüG yönünün
tersine dönmeye baGlar. GGte burada bu hareketi durdurabilecek ilave bir güce ihtiyaç vardır.

Bu ilave gücü sağlamanın en kolay yolu, dönüG yönüne dik ilave ir pervane koymaktır. Buna
kuyruk rotoru aynen çak pervanesi gibi bir itiG gücü yaratır ve helikopterin gövdesinin dönmesini
dengeleyerek sabit kalmasını sağlar.

Kuyruktaki pervaneyi döndüren ayrı bir motor yoktur. Hareketini ana motordan bir Gaft ile alır ve
altındaki diGli kutusu vasıtası ile dönmesi gereken devire döner. Helikopterleri tam olarak kontrol
edebilmek için ana ve kuyruk pervanelerinin ayarlanabilir olmaları gerekir. Kuyruk pervanesinde
kanatların eğimlerinin, yani açılarının ayarlanması ile helikopterin kendi ekseni etrafında
dönebilmesi sağlanır.

Ana pervane ise çok önemlidir. Yükseklik değiGtirmeyi, ileri ve geri gitmeyi, dönmeyi o sağlar.
Bunun için de inanılmaz derecede dayanıklı olması gerekir. GGin asıl sırrı ise ana pervanenin
dönen kanatlarının eğiklik açılarının bir tam tur süresince değiGmesidir.

Helikopterlerin havada hareketsiz kalabilmeleri için pervanelerin açıları da sabit olmalıdır. Bu
açıları tüm kanatlarda aynı anda değiGtirmekle alçalmave yükselme sağlanır. Kanatlar arka arkaya
geldiklerinde açıları büyük, öne geldiklerinde daha küçük ise ileri doğru hareket, tersi durumda
da geriye doğru hareket sağlanır.

 

 

 

 Uçaklar arkalarında niçin bulut bırakıyorlar?

 

Bu, çocukların gökyüzüne bakarak en sık sordukları sorulardan biridir. Kim bilir kaçımız,
kaçamak cevaplar vermiG, uçağın motorlarından çıkan duman olduğunu söylemiG ama aynı


yükseklikte öan her uçakta aynı Geyin olmadığını açıklayamamıGtır.

Bir bulutun oluGabilmesi için, havanın, yeryüzünden buharlaGan suyu absorbe edemeyecek, yani
içine alamayacak kadar düGük sıcaklık ve basınçta olması, bir de bulutu oluGturacak su
damlacıklarının etraflarında tutunabilecekleri toz parçacıklarının olması gereklidir. Yerden 10 bin
metreden fazla yükseklikte normal Gartlarda hava çok temizdir, hiç toz yoktur, yani bir bulutun
oluGması için gereken Gartlardan biri eksiktir.

Bilindiği gibi jet uçaklarının motorları, ön taraflarından havayı alarak, yakıt ile yakar ve iGlev
tamamlandıktan sonra, arka taraflarındaki küçük çaptaki egzozdan büyük bir basınç ile dıGarı
verirler. Bu motorların aldıkları hava ile birlikte giren su buharı, motorun içinde daha da koyu
hale gelerek dıGarıdaki çok soğk havanın üzerine püskürtülür. Buna teknik dilde ''sublime'' olma
olayı denir. Yani buhar halindeki suyun, sıvı hale geçmeden, doğrudan donması, buz haline
geçmesidir.

Aslında uçakların arkalarında bıraktıkları bulut, insan yapısı buluttan baGka bir Gey değildir.
Soğuk havada verdiğimiz nefes havada nasıl buharlaGıyorsa onun gibi bir Geydir. Deniz
seviyesinde, yüksek sıcaklık ve basınçta buharlaGan suyu hava kolayca absorbe eder. Yükseklik
arttıkça, hava sıcaklığı ve vasınç düGtükçe, hava artık su buharını içine alamaz hale gelir. Ancak
bulutun oluGması için bir üçüncü Gart daha vardı, nyani toz parçacıkları.

GGte burada toz parçacıklarının görevini, çağın motorlarından egzost olarak çıkan yakıt
parçacıkları yerine getirir. Bu sayede bir bulutun oluGması için üç Gart da yerine getirilmiG olur ve
motorların gerisinde uzun, ince bir bulut oluGur.

Esasında alçak irtifada uçan uçaklarda da aynı Gey oluGur, motorlardan su buharı salınır ama
düGük ısı, nem miktarı, rüzgar yönü gibi etkenler tam oluGmadığı için uçakların arkasında beyaz
bulut oluGmaz. Glave edelim ki, bu olayda uçağın ve motorlarının cinsi ve kapasitesinin hiçbir
etkisi yoktur.

 

 Soğuk havada arabamız niçin zor çalıGıyor?

 

Ülkemizin her tarafında olmasa bile, kıGın çok soğuk geçtiği yerlerde, özellikle sabahları soğuk
havada arabaların motorunu çalıGtırabilmek sorun olur. Bu sorunun temel üç nedeni vardır ve
birleGtiklerinde sabahın köründe, soğuk havada insanater döktürürler.

Benzin de diğer sıvılar gibi soğuk havada daha az buharlaGır. Bunu yazın güneG gören bir
kaldırıma su döktüğünüzde görebilirsiniz. Buradan hemen buharlaGan su, gölgedeki kaldırıma
döküldüğünde kolayca buharlaGamaz, bir süre orada kalır. Benzin de soğuk havada kolayca
buharlaGamayınca, bji ateGlendiğinde tutuGması da zor olur.

Motor yağı soğuk havada kalınlaGır.Buna örnek olarak reçeli gösterebiliriz. Sıcak havada daha
akıcı olan reçel,n buz dolabına konulup çıkartıldığında kavonazdan daha zor akar. Böylece
anahtarı çevirdiğinizde motorunuz, döner kısımlarının olduğu yataklarda kaslınlaGmıG yağın
direnci ile karGılaGır.

Soğuk havalarda akü de sorun çıkartır. Esasınnda akla Gu soru gelebilir. Cep radyonuzun
pillerinin ömrünü uzatmak için buz dolabında saklanılması tavsiye edilir, yani soğuk ortam pil
için iyidir. Öyleyse bir çeGit pil olan akü soğuk havada doğru dürüst niçin çalıGmaz?

Araba aküsünden elektrik elde edilmesi de diğer pillerde oldğu gibi kimyasal bir reaksiyonndur.
Ancak soğuk havada bu reaksiyon yavaGlar ve marG motorunuza gerekenden daha az güçte
elektrik gelir. Bu da motorun ilk hareketi için gerekenden daha yavaG dönmesine neden olur.

Yeri gelmiGken söyleyelim. Kalem pillerin içindeki debir çeGit kimyasal reaksiyondur. Özellikle
kuru pillerin kullanılmadıkları zamanlarda bile çok az da olsa elektrik kaçırdıkları bilinir. Bu
nedenle bu kaçak kimyasal reaksiyonu en aza ve yavaGa indirebilmek için, pillerin


kullanılmadıkları zamanlarda buz dolabında muhafaza edilmeleri tavsiye edilir.

Pillerin buz dolabına konulamaları ömürlerini artırabilir ancak kullanma sırasında tam
performans alabilmek açısından piller oda sıcaklığında olmalıdır. Zaten günümüzün geliGmiG
pilleri, o kadar uzun muhafaza ömrüne sahiplerdir ki, buzdolabına konulup konulmamaları pek
bir Gey fark ettirmez.

 

 Arabamızın aynaları niçin farklı gösteriyor?

 

Önce dikiz aynası ile baGlayalım. Dikiz aynasını gece konumuna getirince, arkadaki arabaların
farlarının ıGıklarının sizi rahatsız etmeden nasıl arkayı görebildiğinizi hiç merak ettiniz mi? Eğer
evinizde gece ıGıklar açık ve dıGarısı karanlık iken pencerenin önünde durursanız, camdan
aksinizi bir aynaya yakın netlikte görebilirsiniz. Dikiz aynalarında da b özellik kullanılır.

Dikiz aynasında arka arkaya ama birbirine açılı, 'V' Geklinde, önde düz bir cam, arkada ise normal
düz bir ayna vardır. Normal gündüz konumunda ayna kısmı dik durumdadır ve camdan geçen
ıGıklar brada yansıyarak arkanızı görmenizi sağlarlar.

Dikiz aynasını gece konumuna getirince, cam kısmı dik duruma gelir, açılı hale gelen ayna kısmı
ise arabanızın tavanını gösterir. Bu pozisyonda ayna kısmı tamamen karanlık olan arabanın
tavanını camın arkasına yansıtır ve evdeki cam örneğinde oldğu gibi, dikiz aynasının cam
kısmından arkadan gelen ıGıkları nispeten az ve gözlerinizi rahatsız etmeyecek Gekilde
görebilirsiniz.

General Motors ilgilileri, Gimdi yeni bir dikiz aynası geliGtirdiklerini söylüyorlar. Bunda sadece
tek bir yansıtıcı yüzey olacak ve üzerindeki özel film tabakası sayesinde geceleri parlak far
ıGıklarını düGük düzeyde yansıtacak.

Birçok sürücü arabalarının sağ ve sol tarafındaki aynalardaki görüntülerin farklılıklarına dikkat
etmez. Genellikle sürücü tarafındaki ayna, düz ayna olup arkadaki arabaların gerçek boyut ve
uzaklıklarını gösterir.

Sağ taraftaki ayna düz değil bombelidir ve cisimleri daha küçük gösterir. Bu da sürücülerin
arkalarındaki araba daha uzaktaymıG gibi algılamalarına sebep olr. Ancak bu hali ile sağ taraftaki
ayna arkayı daha geniG açıdan görme ve özellikle sağ arka kör noktayı daha iyi izleme imkanını
sağlar.

80'li yıllarda kullanıcıların istekleri doğrultusunda baGlayan bu farklı görüntülü ayna
konulmasının getirebileceği sakıncalar göz önüne alınarak, son zamanlarda yeni arabalarda
sağdaki aynaya ''arabalar göründüğünden daha yakındırlar'' Gekklinde bir ikaz yazılmaya
baGlanıldı. güphesiz sağ tarafa da bire bir ölçekte gösteren bir düz ayna konulabilir ama burayı
bombeli aynadaki kadar çok geniG açıdangösterebilmesi için, bu aynanın yüzeyinin de çok büyük
olması gerekir.

 

 

 

 Telefon tuGlarında niçin çıkıntılar var?

 

Günümüzde hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen cep telefonlarının "5" tuGu üzerindeki
çıkıntıya hiç dikkat ettiniz mi? Bu çıkntı en ortadaki tuGu el yoprdamı ile bularak, tuGlamayı
bakmadan yapabilmeyi sağlar.

Büyük bir ihtimalle bilgisayarınızdaki klavyede "F" ve "J" ya da "A" ve "K" tuGlarında da böyle
birer çıkntı lduğunu fark etmemiGsinizdir. Bu çıkıntılar klavyeye bakmadan yazanlarda her iki
elin klavyenin ortasını bulmasında yardımcı olur.


Yine gözden kaçan bir ayrıntı ise tuGların diziliG Geklidir. Telefondaki tuGlarda en üst sırada 1, 2
ve 3 rakamları yer alırken bilgisayarımızda ve hesap makinemizde tam tersi Gekilde 7, 8 ve 9
rakamları dizilmiGtir. Bu diziliG Geklinde hesap makinelerini ve bilgisayarları yapanlar, en süratli
hesaplamayı esas almıGlardır. Tarihi çok daha eski olan telefonun baçlangcında ise, hızlı tuGlama
pek önemli kabul edilmemiGtir. Ancak ev kadınları arasında yapılan bir araGtırmada, telefondaki
diziliGin onlara daha kolay geldiği ve daha süratli uygulayabildikleri saptanmıGtır.

Bilmem hiç dikkat ettiniz mi, telefondaki tuGların içinde "1" ve "0"ın üstünde hiç harf yoktur.
Ama daha GaGırtıcı bir tespit ise, birçok telefonda mevcut harflerin içinde "Q" ve "Z" harflerinin
bulunmamasıdır.

Günümüzde yaygın olarak acil servis (112), yangın ihbar (110), polis imdat (155) ve alo trafik
(154) gibi acil hizmetlere 1 ile baGlayan, üç haneli numaralar verildiği için, eğer 1 tuGunun
üzerinde de harfler olsaydı, cep telefonunuzla bir mesaj gönderirken, daha üçüncü harfte bu
servislerden birine otomatik olarak bağlanabilir ve bunların santrallerini lüzumsuz iGgal
edebilirdiniz.

"0" ise bilindiğ gibi dahili santrallerde operatöre ulaGmada, Gehirlerarası numaralarda ve cep
telefnlarında ilk çevrilen numaradır. Eğer bu "0" tuGunun üzerinde harf olsaydı, daha o harfe
basar basmaz doğrudan santrale bağlanacak ve santrallerin kilitlenmesine sebep olabilecektik.

Tabii telefonun üzerinde zaten on tane olan rakam tuGlarının ikisine harf koymayınca, geriye
kalan sekiz tuGa 24 harf yerleGtirebilmiG ve bu durumda Gngilizce'de en az kullanılan "Q" ve "Z"
harfleri tuGların üzerinde yer alamamıGtır.

gimdiki cep telefonlarında "1" ve "0"ın üzerinde hala harf yok ama teknolijinin geliGmesi
sayesinde, bir tuGa dört harf konulabildiğinden "Q" 7 tuGuna, "Z" ise 9 tuGunda kendilerine yer
bulabilmiG durumdalar.

 

 Silah susturucuları nasıl çalıGır?

 

Filmlerde görmüGsünüzdür. Aslıjda kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi,
silahın ucuna takılan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse iGitilemeyecek kadar, çok
düGük bir seviyeye indirilebilmektedir.

Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre
çalıGırlar. Bir balon düGünün, bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar. Alt tarafı
balonun içindeki basınçlı havayı boGaltmıGsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak basınçlı
havanın rahatça boGalmasını sağlarsanız, çok az bir ses çıkar.

Bir diğer örnek de Garap GiGeleridir. Köpüklü Garap veya Gampanya GiGelerinin mantarları
çıkartıldığında çok yüksek bir ses çıkmasına rağmen, normal bir Garabın mantarı çıkartıldığında
az bir ses çıkar. Çünkü Gampanya GiGesinde mantarın arkasında sıkıGtırılmıG basınçlı gaz
bulunmaktadır.

Her iki örnekte de görüldüğü gibi, kapalı bir yerde sıkıGtırılmıG bir gaz aniden küçük bir delikten
salınıverise, ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli
olduğu için, bu sesi azaltmanın tek yolu boGalan gazın tek bir delikten değil de, daha büyük bir
delikten boGalmasını sağlamaktır. GGte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.

KurGunu silahtan atabilmek için, kurGunun arkasındaki barut ateGlenir. AteGlenen barut çok
yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya çıkarır. Bu gazın basıncı kurGunu namluya doğru
iter.

KurGun mermiden çıktığında, bir GiGenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluGan sese benzer bir
olay olur. KurGunun arkasındaki yaklaGık santimetrekarede 200 kilogram olan basınç,
Gampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi, kurGunun mermiyi terk etmesiyle birlikte


yüksek bir ses çıkarmasına yol açar.

Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20 - 30
kat daha fazladır. KurGunun arasındaki sıkıGtırılmıG, basınçlı sıcak gaz anında buraya boGalır ve
basıncı yaklaGık santimetrekarede 15 kilograma kadar düGer. KurGun da namludan çıkarken
arkasında Gampanya örneğinde olduğu gibi basınçlı gaz olmadığından, normal bir Garap GiGesi
mantarı çıkarılıyormuG gibi, çok az bir ses çıkarır.

 

 

 

 Yalan makinesi nasıl çalıGır?

 

Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında
gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol
edildiğini görmüG veya okumuGsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet
görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır.

"Polygraph" denilen bir alet ile sanığa 4 - 6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeGitli
sinyaller, dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın,

· Nefes alıG hızı.

· Nabzı.

· Kan basıncı (tansiyonu).

· Terleme miktarı.

kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.

Yaln makinesi testi baGlasığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu Gekilde sanığın
verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulamya baGlanılır ve sinyaller
kayda alınmaya devam edilir.

Test sürsince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda
sinyallerin değiGtiğini tespit eder. Kalp atıGının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme
genellikle yalan söylemenin belirtileridir. Gyi eğitilmiG bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan
söylediğini derhal anlayabilir.

Her Geye rağmen, insnların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan farklı
davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaGmıG değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil
kabul edilmez.

 

 Barkod nedir?

 

Bu günlerde çarGı pazardan aldığınız her Geyin üzerinde bir etiket var. Bu etikette kalınlıkları
farklı dikey çizgiler ve bazı numaralar bulunuyor. Kasiyerler bu malın etiketli tarafını bir camın
üzerinden geçiriyor veya etikete bir ıGık tutarak, fiyatlarını otomatik olarak yazar kasalarına
geçiriyorlar.

Barkodlar önceleri marketler için, iGlemlerini hızlandırmaları ve stoklarını daha iyi kontrol
edebilmeleri için hazırlanmıGtı. Ancak sistem o kadar baGarılı oldu ki, süratle her tiptesatılan
eGyaya konulmaya baGlanıldı.

gimdi, süpermarketten aldığınız ve üzerinde barkd olan herhangi bir malı elinize alın ve bu bir tip
etikete bakarak anlatacaklarımızı dinleyin.

Gördüğünüz gibi, bir barkodda iki kısım vardır.

1) Makinenin opkuduğu dikey çizgiler kısmı;

2) Gnsnların okuyabildiği 12 adet rakam.


Glk altı rakam eGyanın tanmım numarası olup, üreticiler yılık bir ücret karGılığında, bu kodlaeı
veren uluslararası bir konseyden kendi ürünlerine tahsis ettirebilirler.

Gkinci gruptaki ilk beG raklam malzeme numarasıdır. Aynı kod birden fazla çeGitteki ürün için
kullanılmaz. Yani üreticinin sattığı her değiGik üründe, her değiGik paketlemede, hatta paketlerin
koli olarak tekrar paketlenmelerinde hep değiGik malzeme numarası verilir. Böylece markette ne
kadar mal satıldığı, depoda ne kadar kaldığı, hep kontrol altında tutulur.

Örneğin, teneke kola ile GiGe kolanın kod numaraları farklıdır. Hatta kutu kolanın bir kolide 6'lık,
12'lik veya 24 adet bulunması durumunda bile farklı kod verilir.

Sağdaki en son rakam ise kontrol numarasıdır. Bu numara bütün taranan dikey çizgilerle hafızaya
alınan bilgilerin, bir çeGit sağlamasını yapar.

Görüldüğü gibi, barkodun üzerinde, malın fiyatı ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Kasiyer
barkodu taradığında sinyal sistem içinde bir merkeze gider, buradaki bilgisayar barkod
numaralarına göre girilmiG ve her zaman değiGtirilebilir fiyat bilgisini derhal kasaya gönderir. Bu
merkez mağazadaki malların fiyatlarını her zaman değiGtirebilme imkanı sağlar.

ÇeGitli kalınlıktaki dikey, kalın ve ince çizgiler ile aralarındaki boGluklar, çeGitli kombinasynlarda
dizilerek, her biri, bir rakamı temsil eder yani altlarındaki rakamın bilgisyar tarafından
okunmasını sağlarlar.

 

 Mikrodalga fırınlar yiyeceği nasıl piGirir?

 

Diyelim ki, normal bir fırında bir keki piGiriyorsunuz. Kekler normal olarak 170-180 derecede
piGirilirler. Ama siz fırını yanlıGlıkla 250 dereceye ayarlarsanız, olacak olan, kekin daha içi
ısınmamıGkenn, dıGının yanmasıdır. Normal bir fırında, ısı önce yemeğin piGtiği kap sonrada
yemeğin dıGı ile temas eder ve oradan içine doğru yayılır. Fırının içinde ısınan kuru hava da,
kekin içi hala nemli iken dıGını kurutur ve kahverengi bir kabuğun oluGmasına yol açar.

Bir mikrodalga fırında kullnılan, yani yiyeceğin üzerine gönderilen mikrodalgalar 2.500
megahertz frekansındaki radyo dalgaları boyutunda olup, frekansları FM radyo bandı frekansının
yaklaGık 20 mislidir.

Bu frekanstaki radyo dalgalarının ilginç bir özelliği vardır. Su, yağ, Geker tarafından çok rahat
emilmelerine rağmen plastik, cam, seramik gibi malzemeler, nitrojen ve oksijen gibi gazlarca
emilmezler ve tekrar gerisin geriye yansıtılırlar.

Sık sık mikrodalga fırınların, yiyeceği içinden dıGına doğru ısıttığını duyarsınız. Bu doğru
değildir. Dalgalar doğrudan yiyeceğin yağ ve su moleküllerini etkilerler. Yani yiyeceğin dıGından
baGlayıp içine doğru ilerleyen veya tam tersi yönde bir ısınma söz konusu değildir. Su ve yağ
molekülleri yiyeceğin her tarafına dağılmıG olmaları sebebi ile, ısınma da aynı zamanda her yerde
olur.

Tabii ki bazı sınırlamalar da vardır. Radyo dalgaları yiyeceğin daha kalın ve yoğun kısımlarından
farklı Gekilde direnç görerek geçtiklerinden, yiyecekte farklı sıcaklıkta noktalar oluGabilir.

Radyo frekansındaki bu mikrodalgalar, oksijen ve nitrojen tarafından emilmedikleri için,
mikrodalga fırında bulunan ve çoğunlukla bu gazları içeren hava da, diğer fırınlardaki gibi sıcak
olmayıp, oda sıcaklığındadır. Bu da ısınan hava tesiri ile yiyecekte, kızarmıG bir kabuk
oluGmasına mani olur.

Bir mikrodalga fırına, giysilerinizdenbirini koyarsanız, kumaG aniden ısınır ve içerdeki havayı da
ısıtır. KumaG yanmasa da normal bir fırında olacağı gibi kumaGın yüzeyinde kırıGık bir kabuk
oluGur.

Daha ilginci, bir mikrodalga fırını içine bir kahve fincanı içinde su koyarsanız, fincanın içindeki
suyun ısısı, suyun kaynama noktasını geçtiği halde, suyun kaynamadığını, hava kabarcıklarının


çıkmadığını görürsünüz. Bu suyu fırından alır, içine bir kahve kaGığı sokar veya onu içinde kahve
bulunan bir kaba dökerseniz, aniden kabarcıklarla kaynayacakve hatta taGacaktır.

 

 Cereyan kesilince telefonlar nasıl çalıGıyor?

 

Size GaGırtıcı gelebilir ama, telefon evimizdeki en basit cihazdır. O kadar basittir ki, ana yapısı
yüzyıldır değiGmemiGtir. Eğer 1920'li yıllardan kalma bir antika telefon bulabilirseniz, fiGini
duvardaki deliğe takın, gayet iyi çalıGır.

Telefon sistemi o kadar basittir ki, evimizin bir ucuna bir aparat, diğer ucuna bir baGka aparat
koyup, bunları birbirlerine araya dokuz voltluk bir pil ve bir rezistör koyarak bağlarsınız, kendi
interkom sisteminizi yaratmıG olursunuz. Bu telefonlarla kendi aralarında rahatça görüGme
yapılabilir.

Telefonlarımızı duvardaki duylara ve oradan da santrallere bağlayan, genellikle biri kırmızı,
diğeri yeGil iki kablo vardır. YeGil kablo konuGma için ortak hat olup, kırmızı kablo vasıtası ile
santralden telefonumuza 6 ile 12 volt arası, 30 miliamper seviyesinde bir akım gelir.

Eğer basit bir granüllü ahizeye sahipseniz, sesinizin dalgaları, bu granülleri az veya çok
sıkıGtırarak, santralden kırmızı kablo ile verilen, yaklaGık bu 9 voltluk akımın karGı tarafa değiGik
kuvvetlerle gitmesini sağlar. KarGı tarafta kulaklıkta da, bu defa tam tersi olur ve bu değiGik
akımlar titreGim yolu ile sese çevrilir.

Telefon konuGmasını ileten bu çok zayıf akımı çok uzaklara taGıyabilmek için bir frekans
limitlemesi yapılmıGtır. Yani frekans olarak 400 saykılın altında ve 3400 saykılın üstündeki
sesleri sistem kabul etmez, yok farz eder. Bu nedenledir ki, bazılarının sesleri telefonda daha
farklı gelir.

Telefonun çalıGabilmesi için gerekli 6-12 volt akımın telefon santralınden gelen bakır telle
sağlandığını belirtmiGtik. Bu nedenle evinizde cereyan kesilse bile, telefona gerekli akım
santralden sağlandığı için, çalıGmaya devam edecektir.

Peki telefon santralının cereyanı kesilirse ne olur? Bu duruma karGı santrallerde çok büyük bir
batarya sistemi bulunmaktadır. Ayrıca bir de yedek elektrik jeneratörü vardır ki, cereyanın
kesilme durumunda bütün telefon Gebekelerini beslerler ve telefonların çalıGmasını sağlarlar.

 

 Kuru temizleme nasıl yapılıyor?

 

Giysilerinizi evde çamaGır makinesinde yıkarken kirleri çözen madde sudur. Ancak örneğin yünlü
kumaGlarda olduğu gibi, birçok kumaG türünde su etkili olmayabilir.

Kuru temizlemede suyun yerine bir petrol ürünü kullanılır. Gnsanlarda ıslaklık, suyla temas
anlamında algılandığından bu iGleme kuru temizleme denilmektedir. Aslında olay kuru ortamda
yapılmamaktadır.

Joly Belin adında bir Fransız, kazara giysisinin üzerine kerosen dökmüG ve bunun giysisinin
üzerindeki lekeyi temizlediğini hayretle görmüGtü. Bu iGin üzerine giderek 1840'lı yıllarda Paris'te
ilk kuru temizleme iGletmesini açmıGtı.

BaGlangıçta kuru temizlemede çözücü madde olarak gaz ve kerosen kullanılıyordu. Günümüzde
ise hemen hemen tüm dünyada "perkloroetilen" veya kısaca "perk" diye tanımlanan bir çözücü
kullanılmaktadır.

Elbiseler, kuru temizleyicide su yerine bu çözücü ile yıkanır. Çözücü buharlaGmasın, havayı
kirletmesin ve tekrar kullanılabilsin diye her seferinde bir yerde toplanır. Bu Gekilde temizlenen
giysiler, ütülenince yeni gibi dururlar.

Kuru temizleme yapılan giysileri eve getirdiğinizde, beraberinde baG ağrısı ve mide bulantısı


riskini de getirdiğinizi unutmayın. Kuru temizlemede kullanılan bu "perk" isimli madde çok
toksik olup, vücudumuzun önemli organları ve sinir sistemimiz üzerinde zararlı etkileri vardır.

Havada milyonda yüz partikül olunca zararlı etkileri görülmeye baGlanılan bu çözücünün
oranının, kuru temizleme yapılmıG bir giysinin, kapaGı bir arabaya konulup, on beG dakika
tutulmsı ile milyonda 350'ye ulaGtığı tespit edilmiGtir.

Gster inanın, ister inanmayın birçok kumaG türü kuru temizleme gerektirmez. Kuru temizlemenin
tek avantajı kumaGların çekmelerine ve Gekillerini kaybetmelerine yol açmamasıdır.

Üretici firmaların, giysilerin etiketlerine "sadece kuru temizleme" Geklinde ikaz yazmalarının ana
sebebi, garanti süresince geri almak zorunda odukları giysileri, çekme ve deformasyon
tehlikesinden korumak içindir. Özellikle ipek ve suni ipekten yapılmıG giysiler güvenli bir Gekilde
elde yıkanabilirler.,

 

 garkı söyleyerek bir bardak nasıl kırılır?

 

Yapılabilir ve teorik olarak mümkündür. Hatta ünlü tenör Cruso'nun bunu baGardığı rivayet edilir.
Reonansını tutturabilirseniz sadece bardak değil baGka birçok Geyi kırabilirsiniz. Peki öyleyse,
nedir bu rezonans?

Salıncakta bir çocuğu salladığınızı düGünün. Salıncak size gelirken, tam en üst noktaya
ulaGmadan salıncağı itmeye kalkıGırsanız, onu yavaGlatırsınız. Ancak salıncak size doğru gelirken,
itmeyi hep en üst noktada yaparsanız, her seferinde aynı kuvvetle itseniz bile, salıncak gittikçe
hızlanacaktır.

Salıncak kendi tabii frekansı ile, diyelim ki, dakikada 30 salınım yaparak sallanıyordu. Siz de
dıGardan bir kuvvet, fakat aynı frekansta bir kuvvet uyguladınız. Bu iki frekans çakıGtı ve salıncak
da bu nedenle gittikçe hızlandı.

Salıncak örneğinde olduğu gibi, her cismin bir kendi tabii frekansı vardır. Cisimlere kendi tabii
frekansları ile çakıGan bir frekansta her hangi bir kuvvet uygularsanzı rezonans denilen
kontrolsüz bir ortam oluGabilir.

Eğer önünüzde duran bir bardağa, onun tabii frekansına uyan bir frekansta bağırabilirseniz, daha
doğrusu bir ses dalgası gönderebilirseniz, bardağın tabii frekansı ile sesin frekansı çakıGarak,
bardaktaki titreGimi kontrolsüz bir Gekilde artırır, bardak rezonansa girer ve sonuçta çatlayabilir
veya kırılabilir.

Gnsanlar günlük yaGamlarında pek farketmemelerine rağmen rezonans olayı, otomobilden, köprü
dizaynına kadar mühendislerin en çok zorlandıkları konulardan biridir. Hatta bu nedenle, askerler
bir köprüden geçerlerken, yürüyüG adımlarının frekansları köprünün tabii frekansı ile çakıGıp,
köprü yıkılmasın diye, köprülerden uygun adım yürüyüGle geçmezler.

Otomobilde direksiyon mekanizması ile amortisörlerdeki titreGim aynı frekansa gelince, rezonans
sonucunda direksiyon Giddetli sarsılmaya baGlar. Mühendisler araba dizaynında parçaların
biçimlerini, yaylanmalarını ve ağırlıklarını, devir sayıları ve benzeri faktörleri göze alıp rezonansı
en aza indirmeye çalıGırlar.

Peki bu rezonansın hiç iyi bir yönü yok mu? Var elbette. Örneğin radyo istasyon dalgalarını
araken bu dalgaları yakalarsanız, kendi alıcınız ile birbirini tuttuğu an rezonansa girer, genliği
artar ve bu istayonu iGitmeye baGlarsınız.

 

 Telefon Gehir kodları nasıl veriliyor?

 

Türkiye'deki telefon Gehir kodları listesine bakarsanız, birbirine komGu Gehirlerin kodlarının çok
farklı, kod numaraları yakın olan Gehirlerin ise birbirlerinden çok uzak olduklarını görürsünüz.


Bunun nedeni, kod sisteminin tuGlu telefonlar yaygınlaGmadan önce kadranlı telefonlara göre
kurulmuG olmasıdır.

Kadranlı telefonlarda 9'u çevirmek için, hizasındaki deliğe parmağınızı sokup, sonuna kadar
kadranı çevirmeniz ve bırakmanız gerekiyordu. Kadran da otomatik olarak geri dönerek eski
konumuna geliyor ve bir tek numara çevirme iGlemi tamalanıyordu.

Bu iGlemde 1'i çevirmek 9'u çevirmekten, 212'yi çevirmek 989'u çevirmekten çok daha kısa bir
sürede gerçekleGiyor ve santraller daha az meGgul oluyorlardı. güphesiz bugünkü tuGlu telefonlar
çok hızlı çalıGtıklarından, numaraları aramak bakımından bir zaman farkı yok.

Bu nedenle, 212 gibi kısa süre tutan kod numaraları ülkenin en büyük, en çok telefon kullanılan
Gehirlerine verilmiGtir. Örneğin, NewYork ve Gstanbul'un kod numaraları aynı, yani 212 iken,
Chicago ve Ankara'nın da 312'dir.

Bu sisteme göre bugün Türkiye'de üçüncü en kısa kod 222 ile EskiGehir iken, en uzun süren kod
ise 448 ile Batman'dır.

Zamanla Gehirler çok büyüyünce, onları kısımlara göre bölüp, yeni kod numaraları vermek
ihtiyacı doğdu. Yeniler eskilerle karıGmasın diye farklı numaralar verildi. Örneğin kodu 212 olan
NewYork ikiye bölününce, ikinci kısma 718 kodu verildi. Bizde ise buna pek dikkat edilmedi,
ben 212 mi Avrupa yakasıydı, yoksa 216 mı, hala karıGtırırım.

 

 Yarasalar niçin kan emer?

 

Çoğumuz belki hayatımızda hiç yarasa görmemiGizdir. Çünkü yarasalar insanlardan uzaklarda,
genellikle mağara kovuklarında yaGar ve geceleri zifiri karanlıkta ortaya çıkarlar. Yarasalar
tabiatın harikulade yaratıklarından biridir. Gnanılmaz özelliklere ve örnek bir toplumsal
dayanıGmaya sahiptirler.

Dünyada dokuz yüz değiGik yarasa çeGidi olduğu biliniyor. Kan ile beslenmeleri insanların
gözünde onları vampir ile özdeGleGtirmiG, hep korkulan bir hayvan olmuGlardır. Halbuki
yarasaların çoğu kan ile beslenmez. Zararlı böcekleri yiyerek insanlığa faydaları dokunur. Sadece
bir yarasa bir saat içinde üç yüz böcek yiyebilir. Muz, avakado gibi ticari değeri yüksek ağaçların
çoğalmaları için polenlerinin taGınmasında en önemli rolü yarasalar oynar.

gimdi gelelim yarasaların GaGırtıcı özelliklerine. Bir kere yarasa uçabilen tek memeli hayvandır.
Dünyada nüfus sayısı olarak da ikinci sıradadırlar. Dünyanın en küçük memelisi de bir yarasa
türüdür. Glk olarak Tayland'da keGfedilen bu minik yarasa 2-3 gram ağırlığında ve bir yaban arısı
büyüklüğündedir.

Yarasalar yönlerini bulmak ve beslenmek için çok yüksek titreGimli ses dalgaları yayarlar. Bu ses
dalgalarının frekansları 20 binin üzerinde, yani ultrasonik oldukları için insanlar bunları
duyamaz. Bu ultrasonik sesler yerdeki avdan yansıyarak yarasaya geri gelir. GGitme sistemi il ebu
geri gelen sesi algılayan yarasa avının bulunduğu yeri kesinlikle saptar. Hatta devamlı gönderdiği
ses dalgaları sayesinde onun hareketini de izleyebilir. Yarasaların bazılarının bir çeGit sonar olan
bu sistemi o kadar geliGmiGtir ki, diGilerini arayan erkek kurbağaların seslerinden büyüklüklerini
ve iyi bir av olup olmadıklarını anında saptayabilirler.

Yarasalar gece ava çıkmak için, ay varsa onun kayboluGunu, yani tam karanlığı beklerler. Sıcak
kanlı memeli hayvanların kanları ile beslenen yarasalar genellikle atları sığırlara tercih ederler.
Salgısında bulunan pıhtılaGmayı önleyici bir madde 20-30 dakika kanın sürekli akmasını sağlar
ve beslenme gerçekleGir. Bir kez kanını emdikleri hayvanla karGılaGırlarsa diğerlerini bırakıp yine
ona saldırırlar.

Vampir yarasalar arka arkaya iki gece kan içmedikleri takdirde ölürler. Her gece vücut ağırlığının
en az yarısı kadar kan içmek zorundadırlar. Doğumdan sonra anne, emzirmenin yanında yavruya


takviye olarak, kusarak kan da verir. Bu yetersiz kalırsa bir baGkası yardımcı olur. Hatta yetiGkin
yarasaların, ölmek üzere olan bir baGkasına ağızdan kan verip onu kurtardıkları görülmüGtür.
Toplumsal dayanıGmanın bu kadar güçlü olduğu az canlı topluluğu vardır.

 

 Hayvanlar niçin kıG uykusuna yatarlar?

 

KıG mevsimi yaklaGtıkça, hava soğur, günler kısalır, yapraklar renk değiGtirir ve yere düGerler, kar
toprağın üzerini kaplar. Gnsanlar sıcak alıGveriG merkezlerinde ihtiyaçlarını alıp, sıcak
arabalarında, sıcak evlerine gelirler. Üzerlerine kazaklar, hırkalar giyerler. Gyi de, tabiatta doğal
ortamda yaGayan hayvanlar kıGı nasıl geçirir, hiç düGündünüz mü?

Bir kısmı daha ılıman yerlere göçeler. Bu konuda kuGlar ve balıklar avantajlıdır. Bazıları
kendilerini kıGa adapte ederler, daha kalın yeni tüyler çıkarırlar. Hatta bazı tavGan türlerinde karda
saklanabilmek için tüyler beyazlaGır. Bazıları yiyeceklerini önceden depoladıkları bir sığınak
bulurlar. Bazıları da toprakta derin tüneller açarlar ama bazıları için de kıG mevsimini uyuyarak
geçirmekten baGka çare yoktur.

Genellikle ayıların kıG uykusuna yattıkları bilinir ama bu doğru değildir. Gerçi ayılar kıGın
mağaralarda uzun uzun uyurlar ama bu kıG uykusu değildir. Daha doğrusu kıG uykusu bir çeGit
uyku değildir. Normal canlılarda uyanıkken ve uyku halindeyken, vücut ısısında ve
metabolizmanın çalıGmasında ciddi bir fark yoktur. Oysa kıG uykusu, hayvanların hayat ile ölümü
ayıran çizgiye kadar gelmeleri Geklinde tanımlanabilir.

Bazı hayvanların kıG uykusuna yatmalarının iki sebebi vardır: Havanın çok soğuması ve yiyecek
bulma güçlüğü. Soğuk havada yaGayabilmek için hayvanların daha çok enerjiye ihtiyaç
duymalarına rağmen karlı kıG günlerinde yiyecek bulma imkanı azalır. KıG uykusu bu zor
mevsimde hayvanın enerji ihtiyacını azaltır, enerji tasarrufu sağlar.

KıG uykusu bildiğimiz Gekilde uymak değildir. Buna bilim dilinde ''hibernasyon'' diyorlar. Vücut
ısısının ortam sıcaklığına düGtüğü bu durumu birçok balık türünde, kurbağalarda, sürüngenlerde,
kuGlarda ve memelilerde görebiliyoruz.

Hakiki anlamda kıG uykusuna yatan bir hayvanı (hibernatör) gördüğünüde, ölmüG olduğunu
sanabilirsiniz. Vücut ısıları sıfır dereceye kadar düGebilir. Bir dakika içinde sadece brkaç kez
nefes alırlar, kalp atıG hızı o kadar düGüktür ki, hissedilmez bile. Havalar ısındığında ise vücudun
normal düzene geçmesi sadece birkaç saat alır.

KıG uykusuna yatan hayvanlar, uyku süresince kendi vücutlarındaki yağı tükettikleri gibi ara ara
uyanarak bulundukları yere yazdan stok ettikleri yiyeceği yiyenler de vardır.

KıG uykusu sırasında hayvanlar vücut ağarlıklarının yüzde kırkına yakınını kaybederler. Bu
kaybın yüzde doksanına periyodik olarak uyanmalardaki ısı üretimi ve enerji kaybı sebep olurken
geri kalan yüzde on kayıp ise uyku sırasında olur. KıG uyksu kıG boyunca sürmez. Hayvanlar
havaların soğumaya baGlaması ile birkaç günlük bir uyku periyoduna girerler. KıG mevsiminin
Gartları ağırlaGtıkça bu periyotlar uzar.

 

 Yağmurda karıncalara niçin bir Gey olmuyor?

 

Bir karıncayı alın, suyun içine batırın, saatlerce tutun ölmez. Sudan çıkardığınızda ölü gibi
görünür ama birkaç saat içinde kendine gelir. Biz insanlar böyle suya batırılırsak, nefes
alamadığımız için oksijenlikten ölürüz ama su karıncaların çok ince olan nefes tüplerinden içeri
giremez. Karbondioksitten narkoz yemiG gibi olurlar. Tabii ki bu süre çok uzarsa onlar da ölürler
ama dayanma süreleri inanılmazdır.

Ne var ki, karıncalar yağmur ve seller altında bu Gekilde nefeslerini tutarak mücadele


vermiyorlar. Yağmuru hissedince yuvalarına giriyorlar ve giriG yollarını tıkıyorlar. AteG karıncası
denilen bir türünde ise karıncalar birbirlerine tutunarak sel sularının üstünde yüzüyorlar. Bir
yerde karaya vurup çıkıyorlar. Tabii kraliçe karınca ortada, yüksekte ve mümkün olduğunca kuru
tutuluyor.

Karınca yuvaları inGaat tekniği olarak örnektirler. Yuvanın giriGine bağlı ve buradaki suyu alıp
baGka tarafa verebilen birçok tünel daha inGa ederler. Bazıları ise yuvalarının üstünü öyle sağlam
kapatırlar ki, sel sularının bir evin çatısının üstünden aGması gibi geçip giderler.

Yine de bir aksilik olr, yuva su ile dolarsa, karıncalar çöp ve yaprak parçalarına ve yukarıda
belirtildiği gibi birbirlerine tutunup yüzebilirler. Çok Giddetli yağmurdan sonra oluGan çamur
tünellerini kapattığı zaman ise yuvalarını yeniden inGa etmek zorunda kalırlar.

Gündelik hayatta artık yaygın olarak kullanılan mikrodalga fırınları kapaklarında kaçak
yapmamaları, insanlara zarar vermemeleri için özel tedbirler alınır. Ancak bir mikrodalga fırınına
girmiG karıncaya, fırın çalıGtığı sürece bir zarar gelmeyeceğini biliyor muydunuz?

Mikrodalga fırınlarında ıGın yolculuğu bir noktaya göre ayarlıdır. Bu nokta hemen hemen fırının
ortasıır. Bu nedenle yiyecek, her tarafı eGit piGsin diye ortada dönen bir tabla üzerine konulur.
Karıncalar fırında ıGınların daha az olduğu bölgeleri hissederler. Zaten sıcak bölgelere girseler de,
vücut yüzey alanlarının hacimlerine oranla yüksek olması nedeni ile ılık bölgeyi bulana kadar
kendilerine zarar gelmez

 

 Örümcek ağının özelliği nedir?

 

Örümcekler günümüz teknolojisinin bile çözemediği inanılmaz canlılardır. Örümcek ağının çok
özel nitelikleri olan sağlamlık ve esneklik bugüne kadar taklit edilemedi. Aynı çaptaki bir çelik
telden iki kat daha güçlü olan bu doku ne kadar çekilirse çekilsin orjinal durumuna dönecek kadar
esnektir.

Örümcek ağları kendine yüksek hızla çarpan nesneleri yırtılmadan esneyerek frenler. Tekrar
gerisin geriye yaylanmadığından nesne ters yöne fırlamaz, yapıGır kalır. Örümcek ağının esneme
kapasitesi bugün yapay olarak üretilmiG en iyi telin neredeyse dört katıdır.

Bu maddeyi yapay olarak elde etmeyi hala baGaramayan bilim insanlarının örümcek çiftliği
kurup, örümcekleri sağarak, ipliklerini aldıklarını biliyor muydunuz? YaklaGık 2.5 santimetre
boyundaki bu örümceklerden günde hayvan baGına 320 metre (yaklaGık 3-5 gram) iplik elde
ediliyor ve bu iplikler ABD ordusuna kurGun geçirmez yelek yapmada kullanılıyor.

Dünyada 34 bin örümcek cinsi tepit edilmiGtir. Yani her cins örümcek farklı özellikler taGır.
Örümceklerin hepsinde zehir bezleri vardır, ama karadul örümceği, kahverengi örümcek gibi çok
az türü insana zarar verebilir. Dünyanın en büyük örümceği ise Güney Amerika.nın kuzey
kısmında yaGayan “Goliath Trantula” isimli dev örümcektir. Erkeğinin bacağının boyu 25
santimetreyi bulur. Kurbağaları, kertenkeleleri, fareleri ve hatta küçük yılanları yakalayıp yiyecek
kadar güçlüdür.

Örümcekler, diğer böceklerden farklı olarak sekiz bacağa ve sekiz göze sahiptirler. Büyüme
safhasında bir bacak kırılırsa yerine yenisi gelebilir. Vücutları iki parça olup arka kısmındaki
bezlerden ağ üretimi baGlar, buradaki çok ince deliklerden sıvı ve damlalar halinde verilen ağ
malzemesi dıGarı çıkar çıkmaz donar.

Örümcek ağının her tarafı yapıGtırıcı değildir. Kurban ağa yakalanınca yapıGkan kısmı
bildiklerinden kendileri de ağa yakalanmadan onun yanına kadar giderler. Örümcek ağını
amacına göre farklı Gekillerde örer. Ağdaki ipliklerin de cinsleri yerlerine göre farklıdır.
Yumurtaların sarmalanması için ürettiği yumuGak iplik onu aynı zamanda bir uçurtma gibi
uçurabilir. Ağın ana yapısı, dairesel kısımları, avı yakalayacak kısmı için elastikiyetleri ve


sağlamlıkları farklı ipler üretir.

Örümceklerin birçok türünde erkeğine göre 4 – 5 kat büyük olan diGinin çiftleGtikten sonra
erkeğini yediği doğrudur. Ancak bu erkeklerin bir gecelik zevk uğruna katlandıkları bir sonuç
değil, kendi nesillerini devam ettirebilmek, kendi evlatlarını üretebilmek için kendilerini diGiye
kurban etmeleridir.

 

 Neden yükseklik korkusu olur?

 

Yükseklik korkusu, genellikle düGmekten korkma ya da boGluktan tedirgin olma diye bilinir.

Ama tam da böyle değildir. Bu, esasında bir denge sorunudur.

Gnsanın dengesi birkaç unsur tarafından belirlenir. Görme, dokunma ve duyma. Olağan hareketler
sırasında, bütün bu unsurlar kesiGir.

Ama olağan dıGı bir harekette, değiGik sinirler tarafından bu hareketle ilgili olarak beyne yollanan
bilgiler çeliGki yaratır. Beyin bunları yorumlamakta zorlanır. Deyim yerindeyse beynin "kafasi
karıGır".

GGte insan çok yüksek bir yerde durduğu zaman, böyle bir karıGıklık meydana gelir.

AGağı bakan göz, yerin uzaklığını saptayamaz ve beyne kesin bilgi yollayamaz. Halbuki, ayaklar
sert bir Geyin üstünde durdukları için "yere dokunuyorum" mesajını verir. Bu iki farklı bilgi
beyinde çeliGki yaratır ve beyin, vücudun pozisyonunu netleGtiremez.

 

 

 

Kutuplardaki hayvanlar nasıl yaGıyorlar?

 

Bütün memelilerin vücutlarının ısı derecesi 35-38 derece aralığındadır. Uçabilenlerde bu birkaç
derece daha yüksektir. Gnsan ısıya karGı çok hassastır. Hava sıcaklığı 30 derece olunca denize
girer de, beG derece üzerine palto giyer. Oysa hayvanların giysileri yoktur. Köpekler eksi 40
derecede kutuplarda kızak çeker, buzlu sularda balıklar çırılçıplak yüzerler.

Aslında ısıdan etkilenmek sadece insana mahsus değildir. GüneGin bulut arkasına girmesi ile
havadaki iki derecelik ısı düGüGü uçan sineği zor yürür hale getirebilir. Öğlen güneGinde zıp zıp
zıplayan çekirge, sabah serinliğinde hareketleri ağırlaGtığından çok rahat yakalanabilir.

Kendi vücut ısısından çok daha düGük ısı koGullarında yaGayabilmek için canlıların iki silahı
vardır. Biri vücut ısılarını ayarlamaları, diğeri de kürk denilen vücut örtüleridir. Kutup bölgesinde
yaGayan bir canlı, tropik bölge de yaGayana nazaran on kat daha fazla ısı meydana getirmek veya
vücut örtüsü on kat daha fazla koruyucu olmak zorundadır.

Çok soğuk iklimlerde yaGayan hayvanların yaGam nedenleri araGtırılırken hep kürkleri üzerinde
durulmuGtur. Halbuki burada yaGayan hayvanların kürkleri ile ılımann bölgelerde yaGayan
hemcinslerinin kürkleri arasında çok ciddi bir fark yoktur. Üstelik domuzlar hiç kürkleri
olmamasına rağmen deri altı yağ tabakaları sayesinde vücut ısılarından 20 derece daha düGük ısı
ortamlarından hiç etkilenmezler.

Zaten dünyamızda üzeri tamamen kürkle kaplı hiçbir hayvan yoktur. Çoğunun ayak ve burun gibi
kısımları görevlerini yapabilmek için açıkta bırakılmıGtır. Ancak buralarda vücuda sıcak kan
ileten atar damarlar kılcal damarlar vasıtası ile deriye daha yakın olan toplar damarları ısıtırlar.
Bu sayede buzun üstünde yürüyen bu tür hayvanların ayakları üGümez. Ama bu da, hayvanın tüm
vücudunun üGümeden bu soğuk ortamda nasıl yaGayabildiğini açıklayamaz.

Kutuplarda, buzlu sularda yaGayan balıkların, sıfır ve sıfır altı derecedeki ortamda
donmamalarının sırrının, bu balıkların derilerindeki buz kristallerinin donma derecesini düGüren


bir protein olduğu tespit edilmiG, hatta genetik mühendisleri laboratuar ortamında bu proteini
üreten geni yaratmayı baGarmıGlardır.

Bilim insanları bu örnekten yararlanarak, meyve ağaçlarını dondan, uçak kanatlarını ve yolları
buzdan kurtarabileceklerini düGündüler ama henüz geniG çaplı üretimi zor görülmektedir. Ne
yazık ki, sıcak kanlı hayvanların kendilerini çok soğuk ortama nasıl adapte ettiklerinin sırrı hala
tam çözülmüG değil.

 

 Sinekler tavanda nasıl yürüyebiliyorlar?

 

Sineklerin duvarlarda, camlarda hatta tavanlarda baG aGağı bu kadar rahat hareket etmeleri, yer
çekimi yasasına meydan okurmuGcasına davranıGları hep merak konusu olmuG, bilim insanlarının
da dikkatini çekmiGtir. Bu arada Gunu söyleyelim ki, sinek diye küçümsememek gerekir.
Dünyamızda bulunan her canlı organizmanın doğrudan veya dolaylı olarak, kendi tabiatı ve eko
sistemi içinde, insana bir faydası vardır.

Vücutlarının hacimlerine oranla, sinekler ağır sayılmazlar ve onları yere çeken güç pek önemli
değildir. Bu güce karGı gelen tuzlar ayrıca yapıGtırıcı, yağlı bir madde salgılarlar. Sinekler
ayaklarındaki bu yüzlerce vantuz ve salgıları sayesinde her türlü yüzeyde gezinebilirler. Ancak
yüzeyin yağ çözücü, örneğin solvent gibi bir madde ile kaplanmamıG olması gerekir. Sinekler
tavanda yürürken, altı bacaklarından ikisi hareketlidir. Diğer dört bacak daima sabit durumdadır.

Karıncalarda ise durum biraz farklıdır. Ortalama bir karıncanın vücudunun hacmine göre ağırlığı,
sineğe nazaran daha fazladır. Hatta toprakta yaGayan bazı türleri düz bir zemine bile
tırmanamazlar. Evlerimize giren küçük karıncalar, çok hafif olduklarından duvarlarda
yürüyebilirler.

Belki böyle Geyler ilginizi çekmiyor olabilir ama, asıl merak edilen konu sineklerin tavanda nasıl
yürüyebildiklerinden çok oraya nasıl konduklarıdır. Öyle ya, baGı yukarıda, ayakları aGağıda uçan
bir sineğin tepetakla konabilmesi için bir yerde takla atması, uçuG konumunu değiGtirmesi
gerekir, ama nerede, ne zaman ve nasıl?

Uzun süre inanılan teoriye göre, sinekler tam konma anında, yuvarlanan bir varil gibi yandan
yarım dönüG yapıyorlardı. Bu teorinin yanlıG olduğu, ancak yüksek süratli, saniyede birçok film
çekebilen kameralar sayesinde ortaya çıktı ve sineklerin bir sırrı daha açığa kavuGtu.

Çekilen filmlerden görüldü ki, sinekler tavana konarken yandan değil, sirklerdeki trapezciler gibi
geriye yarım ters takla atmaktadırlar. Tavana yaklaGınca, ön ayaklarını baGlarının üzerine çekerek
ters dönmekte ve tavana önce ön ayakları ile dokunmaktadırlar. Sonra sıra ile diğer ayaklarını da
koyarak vücutlarının tavanda tutunmasını sağlamaktadırlar.

 

 YeGil ot yiyen ineklerin sütleri niçin beyazdır?

 

Hayvanların yedikleri gıdaların renklerinin, neresinden çıkarsa çıksın, çıkan Geyin rengi ile bir
alakası yoktur. Buna en iyi örnek inektir. Bir ineğin en çok yediği yeGil renkli otlardır. Bu otlar
ineğin dört odalı midesinde çözülür ve moleküllere ayrılır, moleküllerin ise renkleri yoktur. Sütün
renginin beyaz olmasının nedeninin içinde çözünmüG halde bulunan kalsiyum kasinat
(caseinate)tır.

Peki o zaman dıGkı niçin kahverengi, idrar niçin açık sarı renktedir? DıGkının kahverengi
olmasının sebebi bağırsaklarda hazmı sağlayan sıvılar, özellikler de safra suydur. Safra suyu
aslında yeGil renktedir fakat gıdalarla karıGtıkça kahverengi renk alır. Bu nedenle dıGkı bazen
yeGilimsi de olabilir. Çok az da olsa aldığımız gıdalar dıGkının rengini etkiliyebilir. Örneğin
vücudumuz pancara koyu kırmızı rengi veren maddeyi bazen parçalayamaz ve pancar yedikten


sonra dıGkı kırmızımsı bir renk alabilir.

DıGkıdaki renk, Gekil ve kıvam değiGikliklerinin çoğu son zamanlarındaki bir beslenme değiGikliği
ya da geçici bir sindirim bozukluğuna dayanır. Ancak eğer dıGkı belirgin bir Gekilde normalden
açık veya koyu renkte ise, ya da kanlı ise, bu daha ciddi bir durumu gösterir, derhal doktora
baGvurulmalıdır.

Vücudumuzu terk eden sıvı maddelerin, yani idrar ve terin renginin de içilen sıvı rengi ve
kimyasal yapısı ile bir alakası yoktur. Sıvı veya katı olsun yemek borusundan içeri girip, sindirim
sistemimizi boydan boya geçen gıdalar eğer metabolizmada iyi parçalamazlarsa bunun sonucu
dıGkıda görülebilir. Ama idrar öyle değildir. Gdrar metabolik artıkların dolaGım sistemi ile
taGınmasıyla böbreklerde oluGur.

Gdrarın normal rengi açık sarıdır. Bu renkteki değiGiklikler muhakkak bir Geylerin iyi gitmediğini
gösterir. Bu durumda hemen doktora gitmek gerekir. Gdrar kahverengi veya kola renginde ise
karaciğer veya safrakesesi problemi, kırmızı ise enfeksiyon, iltahaplanma veya idrar sisteminde
kanama olabilir.

Ancak fazlaları vücuttan atılan vitaminler veya bazı doğal ve suni gıda boyaları da idrarda
bunlara benzer renk değiGikliklerine neden olabilir. Eğer idrarınızın rengi yeGil veya mavi ise bu
duruma hemen hemen kesinlikle gıda boyaları neden olmuGtur. EndiGe edilecek bir durum
değildir. Boyalar zarar vermeden vücuttan çıkar.

 

 

 

 Kediler nasıl hep dört ayak üstüne düGerler?

 

Bilimsel olarak izahı biraz zor. Bilime göre düGen bir cisme dıGarıdan bir kuvvet
uygulayamazsanız, ona açısal bir dönme hareketi kazandıramazsınız. Gerçi bir kule atlayıcısı,
havuza düGmeden önce havada birkaç kez takla atar, kendi ekseni etrafında döner ama bu
tramplen veya kuleyi terk ederken ayakları ile baGlattığı bir dönme hareketidir.

Sırtüstü düGen bir kedi önce bacaklarını kendisine, kuyruğunu da bacaklarının arasına çeker,
baGını yere bakacak Gekilde döndürür. Belli bir noktada tam tersini yaparak bacaklarını ve
kuyruğunu açar ve vücudu tam ters yöne, yani yere doğru döner. Böylece paraGüt etkisi yaratarak,
hızını da frenler ve iniGin yumuGak olmasını sağlar.

Yapılan deney ve gözlemlerde bir kedinin alçak bir yerden düGmesinin, yüksek bir yerden
düGmesine göre çok daha fazla hasar yaratacağı tespit edilmiGtir. Örneğin yaklaGık bin metre
yüksekliğindeki, otuz iki katlı bir binanın tepesinden düGen bir kediye hiçbir Gey olmazken, yedi
katlı binalardan düGenlerde ciddi sakatlıklar, hatta ölüm vakaları görülmüGtür. Bilim insanları
bunu da "limiz hızı" ile izah ediyorlar.

Havadan yere düGen cisimler, önce gittikçe artan bir hızla yere düGerler. Sonra kütlelerine bağlı
olarak belirli bir mesafede hızdaki bu artıG durur ve "limit hız" denilen sabit bir hızla yere
düGmeye devam ederler. Yani bir gökdelenenin tepesinden atılan madeni bir paranın yere düGme
anındaki hızı ile uçaktan atılan (aynı) paranın hızı arasında bir fark yoktur. Gyi ki de yoktur,
çünkü bu "limit hız" olmasaydı ve cisimler gittikçe artan bir hızla düGmeye devam etmeselerdi,
yağmur damlaları kafamıza kurGun gibi düGebilirlerdi.

Bu teoriye göre yüksekten düGen kediler, yaklaGık saatte yüz kilometre sürate gelince limit hıza
ulaGırlar, artık hep aynı hızda düGerler ve stresi atlatıp, kendilerine gelir ve gevGerler. BaGlangıçta
bahsettiğimiz dönme hareketini yaptıktan sonra, Avustralya'da yaGayan uçan sincapların uçuGuna
benzer Gekilde, tüm vücutlarını paraGüt gibi kullanarak, yaralanma olasılığını en aza indirerek,
yere inerler.


Tabii bütün bu deney sonuçlerı ve teoriler, hayvan hastanelerine gelen kediler göz önüne alınarak
ortaya çıkartılmıGtır. Yüksekten düGüp de ölen veya alçaktan düGüp, ölmeyip, olay yerini terk
eden, her iki Gekilde de hayvan hastanalerine uğramamıG kedilerin sayıları bilinmiyor.

 

 

 

 KuGlar niçin v Geklinde uçuyorlar?

 

Sadece kazlar değil, martılar, pelikanlar gibi büyük su kuGları da filo olarak toplu halde giderken
„V. Gekli oluGturarak uçarlar. Bunun nedeni ile ilgili kesin olmayan, tartıGmaya açık çeGitli
görüGler vardır. Biz bunlardan en çok rağbet gören ikisinden bahsedelim.

 

Birinci görüGe gore, sürünün „V. Geklinde uçmasının amacı enerji tasarrufudur. Bu uçuG Gekli ile
öncelikle en öndeki kuG, bir arkadaki kuGa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve daha az
enerji sarf etmesini sağlar.

 

Bunun bir baGka örneği de bisiklet takım yarıGlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık
en öndekini değiGtiren yarıGmacılarda da görülür. Araba yarıGlarında da arkadaki araba öndekine
mümkün olduğunca yaklaGarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yatık
harcamayı amaçlar. Bu Gekilde uçan kuGlarda da sık sık en öndeki liderin değiGtiği ileri
sürülmektedir.

 

Yine bu görüGe gore, öndeki kuG kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boGluğu, yani
bir girdap yaratır, arkadaki kuG buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az
enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuGun Geklinin daha ziyade büyük kuGlarda
görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatları ile yarattıkları hava hareketinin büyüklüğü ve
arkadaki kuGun iGine yarayabilmesidir.

 

70.li yıllarda yapılan bir araGtırma sonucunda, 25 kuGluk bir filonun bu Gekilde uçarak, uçuG
mesafesinin yüzde 75 artırabildiği ileri sürülmüGtür. Ancak bu teoriye gore her kuGun öndeki ile
aynı mesafe ve açıdan uçması ve senkronize yani eG zamanlı kanat çırpması gerekir ki, bu
gerçekte mümkün değildir.

 

Gkinci bir görüGe gore ise, kuGların gözleri baGlarının yanındadır, dolayısıyla tam önlerini
göremezler. Bu uçuG Gekli ile sürünün fertlerinin birbirini görerek, kaybolmadan bir arada
kalması sağlanır. Bu görüGe karGı olanlar ise kuGların geceleri de uçtuklarını, bu nedenle öndeki
kuGu görmenin önemli olmadığını zaten sürüyü kuGların bağırıGlarının bir arada tuttuğunu ileri
sürüyorlar.

 

Çok basit gibi görülen bu olayın bile sebebi tam öğrenilmiG değil, belki de görüGlerin bileGimi,
yani hepsi doğru. KuGlar konuGabilseler de anlatsalar!

 

 

 

 Atlar nasıl ayakta uyuyabiliyorlar?

 

Amerikan kovboy filmlerinde, atların geceleri kamplarda veya gündüz barların önünde daima


ayakta, binilmeye hazır vaziyette durduklarını seyrederiz. Doğrudur, atlar nadiren yatarlar,
genellikle hasta oldukları veya doğum yapacakları zaman.

 

Atlar günlerce, hatta haftalarca yere yatmadan ayakta durabilirler ve yol gidebilirler. Ayakta
dururken dizlerini kilitlemeleri ve uyumaları mümkündür. Siz bunu denerseniz, beyninizin üstüne
düGmeniz kesindir.

 

Bilim insanları, atların ayakta iken daha rahat olduklarını ve daha az enerji sarf ettiklerini
söylüyorlar. Çünkü atın vücudu bir hayli büyüktür ve yatarken nefes almasında iç organları kimi
güçlüklere yol açar.

 

 Tellere konan kuGlar niçin çarpılmıyorlar?

 

Gnsanların dokundukları anda kömür oldukları binlerce volt cereyan taGıyan elektrik tellerine
konan kuGlar nasıl oluyor da cereyana kapılmıyorlar? Çünkü topraklanmamıGlardır. Çünkü tam
bir devre meydana getirmezler. Çünkü kısa devre yaratmazlar. Tüm bu „çünkü.lerin anlamı
esasında aynı yola çıkar.

 

Elektriğin, elektronların komGu atomlara çarpıp onları titreGtirmesi ile iletilen bir enerji olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bir jeneratörden, kablonun içindeki iki telden biri ile çıkan akım, lambayı
yakıp, görevini yaptıktan sonar diğer nötr telden geri döner.

 

Elektrik akımı direnci sevmez. Eve dönmek için daima en kısa ve kolay yolu tercih eder. Bir su
birikintisi içinde iseniz ve elektrikli bir tele dokunursanız, akım telden en kolay yol olan
vücudunuza girer, oradan da son derece iletken olan su birikintisine geçerek, topraktan eve döner.

 

Elektrik telleri üzerine konan kuGların toprakla alakaları yoktur. Onlar elektriğin evine dönmesi
için bir kısa yol yaratmazlar. Elektik onların vücudundan geçmektense, kendisine kuG
vücudundan daha az direnç gösteren, iki ayakları arasındaki teli tercih eder. KuGlar da bu nedenle
bütün gün boyu, yüksek voltaj taGıyan, çıplak elektrik telleri üzerinde durabilirler.

 

Eğer bu arada kuG kazara elektril tellerini taGıyan direğe temas ederse, elektrik akımı kuGun
gövdesi ve direk yolu ile toprağa geçer ve kuG ölür. Yüksek enerji hatlarının direklerinde oturan
kuGların telleri gagalama alıGkanlıkları vardır. Bir zamanlar Almanya.da bu Gekilde kuG ölümleri
o kadar arttı ki, direkler ve destekler topraktan izole edilerek kuGlar ölümden kurtarıldı.

 

 Sivrisinekler insanı niçin sokar?

 

Dünyada yaklaGık üç bin sivrisinek türü olduğu bilinmektedir. Bunların çoğu insana saldırmaz.
Zaten aksi olsaydı dünyanın her yerinde bulunabilen bu yaratıklar ormanda,dağda,insan
bulunmayan yerlerde yaGamlarını idame ettirmezlerdi.

 

Gnsanların kanlarını emerek yaGayan sivrisinek türlerinin yalnız diGileri kan emer. DiGiler de
insanların kanlarını kendi yumurtalarını üretebilmek için protein sağlayabilmek amacıyla
emerler. Birçok cinste diGi sivrisinekler en azından ilk yumurtalarını kana ihtiyaç duymadan
üretebilirler, fakat sonraki yumurtaları için kana ihtiyaçları vardır. Bulabildikleri her canlının
kanını emerler, hatta deniz yüzeyine gelen balıklar bile ellerinden kurtulamaz.


 

Erkekler çiçek özleri ile beslenirler. Yumurta üretme gibi bir dertleri olmadığından insanları
sokmazlar.

 

DiGi sivrisinekler avlarının yerlerini duyargaları ve üç çift bacaklarındaki alıcılarla bulurlar.
Alıcılar ile nem, ter ve ısı özelliklerini saptarlar. Sivrisineğin duyargaları bir santigradın binde
biri kadar sıcaklık değiGimleri algılayabilecek kadar hassastır.

 

DiGi sivrisinekler insanın nefes verirken çıkardığı karbondioksit bulutu içinde, ileri geri hareketler
yaparak bu bilgileri değerlendirirler, avın yararlı olacağına karar verirlerse eyleme geçerler.
Bazılarının „sivrisinek bana dokunmaz. demelerinin esas nedeni ter ve nefes kokularının
sivrisinek için cazip ve özendirici olmamasıdır.

 

Sivrisinek sanıldığı gibi içi delik ve sivri uçlu bir boruyu deriye sokarak kanı emmez. Sivrisinekte
ağzın altındaki kesede iki tüp, iki de neGter olarak kullandığı testere ağızlı bıçak vardır. Önce
bıçaklarla deride delik açar, sonra tüplerden biri ile tükürüklerini bu deliğin içine akıtır.

 

Bu tükürük insan kanının pıhtılaGmasını önler, böylece ikinci tüpü sokarak, sıvı kanı size
farkettirmeden kolayca emer. Eğer bir dakika içinde hala fark etmediyseniz, deposu kanınızla
dolu olarak, kafayı bulmuG Gekilde derinizden ayrılır.

 

Sivrisinekleri tahrik eden Gey nefesinizdeki karbondioksit oranı ile derinizdeki ısı ve nem oranı
olduğundan, özellikle geceleri sivrisinek hücumlarını geçiGtirebilmek için, çok sık nefes
alıG-veriGi gerektirecek fiziksel hareketler yapmamamız, teninizi serin ve kuru tutmanız
gerektiğini unutmayın.

 

 Kırmızı renk boğaları niçin kızdırır?

 

Aslında kırmızı renk hiçbir boğayı kızdırmaz. Çünkü boğalar renk körüdür ve kırmızıyı diğer
renklerden ayırt edemezler. Boğa güreGinde matador boğayı eline aldığı Gapkasını Galını
sallayarak kızdırır. Boğanın kırmızı Gala saldırdığı inancı yanlıGtır.

Gspanya'da boğaların kırmızı renge saldırdığı inancı, matadorların kırmızı baGlık kullanmaları
nedni ile yaygınlaGmıGtır. Halbuki baGlıklarda bu renk boğayı kızdırmak için değil, seyircilere hoG
görüntü verebilmek için seçilmiGti.

Kırmızı renk aslında insanları etkiler. Yapılan deneylerde bu rengin insanlarda kan basıncını
yükseltip, kalp atıGını hızlandırdığı saptanmıGtır. Bunun nedeninin de kırmızının, kanın rengi
olduğu sanılmaktadır.

Boğalar arenada kırmızı rengi görünce asabileGmezler. Kendinizi boğanın yerine koyun.
Etrafınızdaki çığlık atan binlerce insanın ortasında, tozlu, gürültülü ve çok sıcak bir ortamda,
sırtınıza saplanmıG onca kılıcın acısı içinde, bir de Gapkasını Galını sallaya sallaya üstünüze gelen
bir adam varsa, yani kızmak için bu kadar sebep varken, sırf rengi kırmızı diye bir bez parçasına
kızar mıydınız?

Boğa güreGi hakkında bilinen yanlıGlar sadece bu kadar değil. Aslında boğa güreGi geleneği
Gspanya'dan doğmuG değildir. Glk çağlardan itibaren boğa, kuvvetin, dayanıklılığın ve verimliliğin
simgesi olmuGtur. Boğa güreGinin ilk versiyonu antik Yunan, Roma, Mısır ve hatta Kore ve Çin
medeniyetlerinde görülür.

Boğaya Persliler taparlar, Afrika Zuluları ise öldürüp safrasını içerlerdi. Tüm bu geleneklerin


temelinde, hayvanın gücü yatmaktadır. Bu geleneğin bir Gekilde Gspanya'ya geldiği, Avrupa
ülkeleri içinde feodal düzeni en son terk eden bu ülkede de kalıcı olduğu sanılmaktadır.

 

 Niçin böcek yemiyoruz?

 

Böcek yeme fikrinin insanda oluGturduğu tek duygu iğrenme duygusudur. Gnsanların gıda tüketim
alıGkanlıklarını, kalori değerleri ve beslenme dengesi değil, dinler, gelenekler kısacası kültürler
belirler.

Günümüz insanları birkaç omurgalı, yumuGakça ve kabukluları yemesine karGın, atalarımız böcek
yiyici idi.

Böcekler bol miktarda protein ve yağsız sığır etinden daha az yağ içerirler, içlerinde bol miktarda
kalsiyum, demir, çeGitli minareller ve vitamin vardır.

Protein içeriği bakımından, çekirge yüzde 50-75, örümcek yüzde 64, karınca yüzde 24, tavuk
yüzde 23, balık yüzde 21, sığır eti yüzde 20 ve kuzu eti yüzde 17 zengindir.

Avrupalılar böcek yemez ama Afrika'da değiGik çekirge türleri ve iri kelebek tırtılları yenir.
Tayland'da bir tür iri su böceği, Yeni Gine'de ağustos böceği, Japonya'da kızartılmıG yaban arısı,
yalnız veya diğer besin maddeleri ile veya soslarla karıGtırılıp yenmektedir.

Halen dünyamızda, insan gıdası olarak beG yüz civarında böcek türü yenilmeklte, bunun yüzde
40'ı Meksika'da tüketilmektedir.

Gnsanların böcek yeme alıGkanlığını kazanamamalarının sebebi muhtemelen, böceklerin
boyutlarının küçük, dolayısıyla tüketim için gerekli olan miktarın temininin zor olamasından
kaynaklanmaktadır.

Bundan sonra söyleyeceklerimiz, bizi dikkatli okuyan ve evlerindeki kalorifer böceğinin
ekonomik değerini anlayan okurlara;

Eğer böcek yemeye karar vermiGseniz, onları sağlıklı olarak yakalamalı ve derhal iGleme
koymalısınız, çünkü ölü böcekler çok çabuk bozulurlar.

Karasinekler ve hamamböcekleri gibi böcekler çoğunlukla bakteri taGırlar, bunları yememek
gerekir. Aslında öyle veya böyle bütün böcekler parazit taGıdıklarından, iyi bir piGirme gerekir.
Tüylü böcekler boğazı tahriG eder, renkli böcekler ise çoğunlukla zehirlidir.

gaka bir yana, insanlar sağlıklı bir Gekilde böcek yiyebilme alıGkanlığına kavuGsalardı, besi
hayvancılığına ayrılan otlaklar bugün orman olarak korunabilecekti!

 

 Niçin her insanın sesi farklı?

 

Gnsan sesi, daha doğrusu insan konuGması oluGurken katkıda bulunan o kadar çok Gey vardır ki,
bunlar bir araya gelince iki insanın konuGmasının aynı olma ihtimali yok denecek kadar azdır.
Hatta her bireyin konuGması o kadar kendine özgüdür ki, telefonda sesin alttan ve üstten belirli
frekansları yok edilmesine rağmen, açar açmaz "merhaba" deyiGinden karGımızdaki kiGiyi
tanıyabiliriz.

Sesimizin oluGmasının ana nedeni Güphesiz ses tellerimizdir. Ses tellerimizin boyu sesimizin
kalınlığını belirler. Ne kadar uzunsalar ses o kadar ince çıkar. Kadınların erkeklere göre
avantajları ses tellerinin daha uzun olmalarıdır. Tabii ki ses tellerimiz sesimizin tınısını tek
baGlarına belirleyemezler. Dudağımız, diGlerimiz, dilimiz olamsaydı ortaya anlaGılmaz rahatsız
edici bir gürültü çıkardı.

KonuGurken nefes veririz. Bu nefes konuGmanın karekteristiğini etkileyen en az 11 noktadan
geçer. Ayrıca kiGinin karekteri, havanın akıGı ve hızı, ağız ve dudak yapısı da konuGmada etkin
faktörlerdir. Ancak tüm konuGma olayının organizatörü beyindeki bir bölgedir. Burada


düGüncenin ana yapısı oluGturulur, kulak ve gözlerden gelen sinyallerle birleGtirilir ve boğaza
sinyal olarak gönderilir.

Hayvanlarda ise beyinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuGu hatta karga
türlerinin konuGmaları onların ezberleme ve tekrar edebilme yetenekleridir. Bilinçli bir konuGma
söz konusu değildir. Genetik olarak insanan en yakın olan Gempanzelerin bile dil ve damak
yapıları nedeni ile insan gibi konuGmaları mümkün değildir.

Dünyanın dört bir yanında farklı lisanlar konuGuluyor ama tüm bu insanlar ağızlarında benzer
sesler çıkarıyorlar. Her iki dudakları ile "p" ve "b", dudak ve diGleri ile "f" ve "v", dilin ön kısmı
ile "t" ve "d", dilin arka kısmı ile de "k" ve "g" seslerini çıkarıyorlar.

Dilin ilk insanlarda, iGbirliği daha doğrusu kültür ve bilgileri gelecek nesillere aktarma
ihtiyacından doğduğu sanılıyor. Günümüze kadar altı bin dil geliGtirilmiG. Dünyadaki bütün
dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin daha az sayıda harfle yazılamalarıdır. Altay
dilleri ailesine giren Türkçe'mizde bazı ilginç özellikler var. Bir kere cisimleri diGi ve erkek
olarak ayırmıyoruz, ses uyumu var ve bir ad veya fiil kökünden değiGik eklerle yeni kelimeler
türetebiliyoruz.

Gnsan yüzündeki kaG, göz, burun, ağız ve diğer Gekillerin çok az fark göstermelerine rağmen hepsi
birleGince nasıl bir insan diğerine benzemiyorsa, oluGumunda katkıda bulunan Geylerin çeGitliliği
açısından konuGmamız da öyledir.

 

 Yirmi yaG diGimiz niçin geç çıkıyor?

 

Gnsan vücudundaki bazı organların günümüzde pek iGlevleri olmamasına rağmen insanlık
tarihinin baGlangıcında önemli roller oynadıkları sanılıyor. Vücudumuz sanki baGka Geyler de
yapabilmek için yaratılmıG gibidir. Örneğin çok ilginç yerlerimizde kıllar vardır, dizlerimiz
olması gerekenden çok büyüktür, ayaklarımızda bu kadar parmağa ihtiyaç var mıdır,
apandisitimiz vücudumuzda ne arıyor?

Kılların nedeninin ilk insanların duygularını sadece sesle değil hareket ve koku ile de iletmeleri
olduğu sanılıyor. Vücudumuzun bazı bölgelerinde bulunan tüy ve kılların ana görevleri koku
üretip özellikle erkek ve diGi arasında iletiGim kurmaktı. Aynı Gekilde apandisitin de baGlangıçta
ot yiyen atalarımızın otlarını sindirmekte kullandıkları, ama zamanla otlamaktan vazgeçtikleri
için körelen bir organ olduğu sanılıyor.

Yabancıların "akıl diGi" de dedikleri yirmi yaG diGleri geç çıktıkları gibi, çoğu kez problem de
yaratırlar ve diG hekimlerince derhal çekilmeleri önerilir. Aslında çiğnemede pek fonksiyonu da
olmayan bu diGler bize henüz yiyeceği piGirerek yemeyi keGfedemeyen atalarımızın mirasıdır.
Onların çiğ yiyecekleri yemek için daha kuvvetli bir çeneye ve diGlere ihtiyaçları vardı.

Zaten diğer bütün diGlerimiz de aynı anda çıkmaz. Önce süt diGleri çıkar. Onlar döküldükten
sonra ön diGler ve köpek diGleri çıkar sonra da azı diGleri. Yirmi yaG diGleri bu sırayı biraz
geçirerek takip eder. Bütün bu olaylar olurken de çenemiz geliGmeye devam eder, ancak 20 yaGını
geçtikten sonra yirmi yaG diGlerine çene kemiğimizde yer açılır.

Gnsanlık geliGtikçe yirmi yaG diGine de çenemizde o kadar az yer kalıyor, yani insanın evriminde
çene gittikçe küçülüyor. Bu nedenle bazı insanlarda bu diGler hiç çıkmadan gömülü olarak
kalabiliyor. Yerine tam oturmadığından çürüyebiliyor, iltihap yapabiliyor. Bir fonksiyonu
olmadığından da diG hekimleri çekip almayı tercih ediyorlar.

Görevleri sadece çiğnemek olmasına rağmen diGlerimizin içinde sinirler de vardır. Bu sinirler
diGlerimizle ilgili acı, ağrı ve ısıyı beynimize iletirler. Yani diGimiz çürürse sinir bir problem
olduğu konusunda beynimizi ikaz eder ama nedense bu ikazı diG çürdükten, iG iGten geçtikten
sonra yapar, diG hekimleri de o diGi kurtarmak için önce sinirini alırlar.


 

 Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır?

 

El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el
yazısının analizi sonucu, yazanın kiGiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi,
motivasyonu, korkuları ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi bir çok konuda fikir sahibi
olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez. Gerçi kadınların ve erkeklerin el
yazılarında ayrı ayrı bazı karakterleri benzer Gekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir
yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez.

El yazısı analizi kiGinin Guuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir
noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ
elini mi kullandığı da tespit edilemez.

Bu konu nörobiyoloji dalında çalıGanların da ilgisini çekmiG ve bilim adamları sinirkaslarının
reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalıGmıGlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kiGiliklere
ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüGler, buradan da yazı tarzı ile kiGilik arasında
bir bağlantı olabileceğini saptamıGlardır.

El yazısı insandan insana değiGir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta
öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı
Gekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa eriGince kendi kiGiliğine özel ve bakıldığında
yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluGur.

Aslında çok azımız düGündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düGüncemizden ziyade kiGiliğimizi
yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve
tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi
verebilmektedir. Bu analizcilere iG baGvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta
mahkemenin yaptırdığı tatbikatlarda baGvurulmaktadır.

Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir
Geyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok
incelemiG, imzayı atıG Geklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamıGsa bile imzanın
sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.

 

 Tırnaklarımız nasıl uzuyor?

 

Hayvanlar pençelerini toprağı kazmada, savunmada ve saldırıda kullandıkları için bunların sivri
oldukları, insanların tırnaklarının ise geçirdikleri evrim sonucunda düzleGtiği ileri sürülüyor.
Genel anlamda tırnaklarımız saçlarımızla ortak bir özellik gösterir. Gkisinin de görülen kısımları
ölü hücrelerden oluGmuGtur ve komposizyonlardaki ana madde keratindir. Tırnaklarımız
parmaklarımızı mekanik dıG tehlikelere karGı korurlar. Özellikle el tırnaklarımız parmaklarımız
için çok önemlidir. Onlar olmasaydı derimizin yumuGak tabakası ile eGyaları tutup kaldıramazdık.

El ve ayak tırnaklarımız, derimizin altındaki, tırnak diplerine çok yakın köklerinden çıkarlar.
Burada tırnak çok inceleGir ve yarım ay Geklinde beyaz bir renk alır. Bu bölüm baG parmaklarda
çok belirgindir, diğer parmaklarda çok olabilir de, olmayabilir de ama serçe parmağımızda pek
görülmez. Kökteki hücreler ölü bir hücre olan keratin üretirler ve yeni hücreler üredikçe ölü
tırnağı dıGarı doğru iterler. Bu nedenle de aynen saçlarımız gibi tırnaklarımızı keserken de acı
duymayız.

Tırnaklarımız deriye her iki yandan elastik fiberlerle bağlıdırlar. Bu sayede yanlardan bağlı
oldukları halde uzadıkça rahatlıkla ilerler. Derideki yatakları ile irtibatı biten tırnaklar beyazlaGır
ve kesilmeyi beklerler. Halbuki bu kısmın da küçük objeleri tutmak, bir tarafımızı karıGtırmak,


sivilce sıkmak gibi çok ciddi fonksiyonları vardır.

Elimizdeki tırnakların ayaktakilerle tek farkı, daha hızlı, yani haftada ortalama 0.5-0.6 milimetre
hızla uzamalarıdır. Yani kesilmezlerse yılda 2.5-3.0 santimetre uzunluğa ulaGabilirler. Ayak
tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır.

En hızlı uzayan tırnak orta parmaktakidir. Buradan parmak ne kadar uzunsa, oradaki tırnak da o
kadar hızlı uzar sonucunu çıkartabiliriz. Bütün tırnaklar sıcak havada soğuğa nazaran daha hızlı
uzarlar. Tırnaklardaki uzama hızı yaG ilerledikçe yavaGlar. Çok ileri yaGlarda neredeyse yarı
yarıya düGer. Bebeklerde de tırnak uzama hızı yetiGkinlere göre daha yavaGtır.

DıGarıdan çok basit bir yapıymıG gibi görünen tırnaklarımız aslında çok karıGık ve bugün bile tam
olarak anlaGılamamıG bir yapıya sahiptirler. Tırnak, daha doğrusu onu oluGturan kısım psikolojik
değiGmelere de duyarlıdır. Stresli zamanlarda, uzun süren yüksek ateGte, zararlı içkiler
alındığında çatlarlar, lekeler oluGur, kalınlaGır ve incelirler, yani deforme olurlar. Bu özellikler
tırnaklarımızı sağlık durumumuzu ortaya koyan önemli ipuçları haline getirir.

 

 Saçlarımız niçin beyazlaGıyor?

 

Aslında bir saç teli, ortası boG olan ve içinde melanin denilen boya pigmentleri bulunan bir tüpten
baGka bir Gey değildir. Genç yaGlarda bu boGlukta saça renk veren melanini bir arada tutan bir sıvı
vardır. YaGlandıkça derimiz saçalarımızı ve vücudumuzdaki diğer kılları eskisi gibi sağlıklı
olarak üretemez. Kılların ortasındaki sıvı kaybolur, boya hücreleri de tutunamadığından sadece
hava kalır. Saçlar boyasız hale gelir, beyaz renge yani asıl rengine dönüGür.

Bütün saçlarımızın beyaza dönüGme süreci on ila yirmi yıl sürebilir. Aslında her bir saç telinin
rengi ya siyahtır (sarı, kırmızı, kumral vs.) ya da beyaz. Yani her bir saç teli yavaG yavaG grileGip
beyazlaGmaz. Ancak bu süreç içinde hepsi aynı anda beyazlaGmadığından, beyazların sayısı
arttıkça bütün saç gittikçe açılan gri renkte görülür. GGin ilginç tarafı boya hücreleri bazen üretime
hız verirler. Gittikçe beyazlaGan saçlar geçici bir süre tekrar biraz koyulaGmıG gibi görünebilirler.

Gnsanlar arasında bir Gok veya aGırı gerilim geçiren birinin saçlarının bir gecede bayazlaGtığı, bir
süre sonra da tekrar eski rengine döndüğü söylenir. Hatta bazı tarihçiler Kraliçe Marie
Antoinette'nin giyotine gideceği günün gecesinde saçlarının hepsinin bembeyaz olduğunu
yazarlar.

Saçların devamlı uzadığı, belirli bir süre sonra dökülüp alttan yeni saç geldiği hatırlanacak olursa,
mevcut saçın değil, ancak yeni gelecek saçın beyaz olabileceği, dolayısıyla saçların bir gecede
beyazlaGmasının mümkün olmadığı görülüyor. Ancak bilim insanları bu olayın birkaç haftalık bir
süreçte olabileceğini söylüyorlar.

Troid bezi, Geker gibi hastalıklarda ve aGırı stres veya Gok gibi durumlarda kiGinin renkli saçları
bu süreçte tamamen dökülebilir ve geriye sadece daha önceden beyazlaGmıG saçlar kalabilir.
Diğer saçlarla birlikte beyazların yerine de daha gür ve siyah saçlar çıkabilir.

Saçların beyazlaGması insanlık tarihinde nedense hep sorun olmuGtur. Kimileri onu olgunluğun ve
bilgeliğin simgesi olarak görürken, tarih boyu savaG kahramanları, yaGlılığın ve güçsüzlüğün
belirtisi olarak görmüGler ve bir Gekilde saçlarını boyamıGlardır.

Bu arada bir Geyi daha belirtelim; saçlarımızın kıvırcık, dalgalı veya düz olmasını da
ebeveynlerimizden aldığımız genler belirliyor. Kıvırcık bir saçı kestiğimizde kesitinin
dikdörtgene yakın olduğunu, dalgalı saçın elips, düz saçın kesitinin ise daire olduğunu
görebilirsiniz. GGte bu saç kesitlerinden dolayı bazı saçlar dümdüz uzarken bazıları hemen
kıvrılmaya baGlar. Kıvırcık saçlılar, saçlarınızı boGuna ütülemeyin, saçın yapısını yani kesitinin
Geklini değiGtirmeden kalıcı bir düz saça sahip olmanız mümkün değil.

 


 Niçin hapGırıyoruz?

 

HapGırma, ani, irade dıGı, sesli bir Gekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. HapGırma burun
kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluGan psikolojik bir reaksiyondur. Aslında burnumuz
nefes almamızda çok önemli bir görev yapar. Hava onun dar kanallarından türbülans oluGturarak
geçerken hem ısısı ayarlanır, hem de içindeki toz burada filtre edilir.

Buradaki sinirlerin uyarılmasının nedenleri değiGiktir. En çok alerjik etkilenmedir ama toz,
duman, parfümler hatta aniden ıGığa bakma gibi baGka bir çok nedenleri daha vardır.
HapGırmadan önce sanki bir yerimiz ısırılmıG gibi sinir uçlarının ikaz göndermesi sonucu,
burnumuzdan önce bir salgı gelir. Biz bunun pek farkına varmayız.

Bu salgının ardından beyine giden ikaz neticesinde baG ve boynumuzdaki kaslar uyarılarak ani
nefes boGanması olayı yaGanır. Ses tellerinin olduğu bölüm önce kapanır ve buradaki havanın
basıncı iyice yükselir. Sonra aniden açılarak hava yüksek bir sesle dıGarı verilir. Tabii beraberinde
burnumuzdaki toz gibi yabancı maddeler ve soğuk algınlığı yaratan mikroplar da. Ancak tıp
bilimi hapGırma ile yayılan mikropların, elle yayılanlardan çok daha az olduğunu saptamıG
bulunmaktadır.

Uyku sırasında özellikle rüya safhasında sinir sisteminin bazı elemanları kapalı olduğundan
normal Gartlarda hapGırma olmaz. Uyarı çok kuvvetli ise olabilir ama anında uyanılır. Ancak bu
beyin tarafından tehlike olarak algılanmaz. Uyurken ayağını gıdıkladığımız kiGinin ayağını çekip,
arkasını dönüp, uyumaya devam etmesi gibi.

HapGırma refleksinin detayları tam bilinmese de kesin olarak bilinen bir Gey var. HapGırırken
gözlerinizi açık tutamazsınız. Bunu bilim insaları vücudumuzda bir acı veya ağrı duyduğumuzda
gözlerimizi kapatmamıza bağlıyor. Kibarlık olsun diye hapGırığı tutmaya çalıGmak ise kesinlikle
tavsiye edilmiyor.

GüneG ıGığı ile karGılaGınca hapGırmanın genetik olduğu ileri sürülüyor. Dünya nüfusunun en az
yüzde 18'i bu hassasiyete sahip. HapGırma sayısının da genlerle nakledildiğini ileri süren bilim
insanları var. Bazı ailelerde üç kere hapGırılırken, bazılarında seklizinci de duruyormuG.

Gnsanlara hapGırdıktan sonra "çok yaGa " deme adetinin kökenin Hıristiyanların "God bless you"
yani "Tanrı seni takdis etsin" veya "Tanrının hayır duası üzerinde olsun" cümlesine
dayanmaktadır. Altıncı yüzyılda hapGıranlara vücutlarındaki Geytanı attıkları için tebrik
anlamında söylenen bu söz büyük veba salgını baGlayınca Papa tarafından söylenmesi zorunlu
kılındı ve kanunlaGtırıldı.

 

 Niçin insanların kanları birbirlerinden farklı?

 

Vücudumuzda yaGantımız boyunca hiç durmadan çalıGan bir kasımız vardır. Yani tek bir kastan
oluGan kalbimiz. Kalbimiz nefes ile alınan oksijeni akciğerlerimizde alan kanı vücudumuzun her
noktasına pompalar. Bir dakikalık sürede ciğerlerin aldığı hava ile kalbin pompaladığı kan aynı
hacimde, yaklaGık altı litredir. Gerilim halinde ciğerlerin alıp verdiği hava, kalbin kan
kapasitesini aGar. Peki nasıl oluyor da bu kan insandan insana farklı oluyor ve hatta birbirleri ile
hiç uyuGmuyor?

Gnsanların kan grupları doğmalarından önce genetik olarak saptanmıGtır. Kanımızda yabancı
maddeleri, mikropları tespit edip bunlarla savaGan hücrelerimiz, yani kırmızı kan hücreleri, bir
diğer deyiGle alyuvarlar vardır. Bu alyuvarlar sadece 120 gün yaGarlar. Bu nedenle vücudumuzda
devamlı alyuvarlar üretilir. Ortalama bir yaGam süreci boyunca, insan vücudunda yarım tondan
fazla alyuvar üretilir. Bu alyuvarların yüzeylerinde "antigen" denilen proteinler ve lipidler vardır.
GGte bu antigenlerin varlığı veya yokluğu kan gruplarını tayin eder.


Aslında bilinen üç yüz kan grubu vardır ama AB0 adı verilen en yaygın gruplama sistemi,
ebeveynlerden miras alınan A ve B adı verilen iki antigenin varlığı veya yokluğu üzerine
kurulmuGtur. Bu sistemi ilk olarak 1902 yılında Avusturya kökenli ABD'li bilimci Karl
Landsteiner ortaya çıkarmıGtır.

Bu gruplamada kanlar A, B, AB ve 0(sıfır) olmak üzere dörde ayrılırlar. Gnsanın dıGındaki
hayvanların da farklı kan grupları vardır. Örneğin, domuzlarda 16, ineklerde 12, köpeklerde 7,
kedilerde ise 2 farklı kan grubu tespit edilmiGtir.

Bu gruplamada bazıları birbileri ile uyumlu olabilir ve diğer gruptan kan alabilir veya verebilir.
Uyumsuz gruplarda ise karGı tarafın savunmacı antigenleri gelenleri dost bilmeyip savaG açarak
kanda pıhtılaGmaya, böbrek rahatsızlıklarına hatta ölüme sebep olabilirler. gimdi kim kimden kan
alabilir, kim kime kan verebilir ona bakalım.

 

 

style="FONT-FAMILY: Verdana,
Geneva, Arial,
Helvetica,
sans-serif;
FONT-SIZE:
smaller">

 

Kan Grubu

 

 

Kanın
Alınabileceği
Grup

 

 

Kanın
Verilebileceği
Grup

 

 

 

 

 A

 

 

A, 0

 

 

A, AB

 

 

B

 

B, 0

 

 

B, AB

 

 

AB

 

A, B, AB, 0

 

 

AB

 

 

0

 

0

 

 

A, B, AB, 0

 

 

 

 

 

 Görüldüğü gibi AB grubu herkesten kan alabilmekte, 0 grubu ise herkese kan verebilmektedir.
SavaG gibi kan ihtiyacının yoğun, test zamanının az olduğu zamanlarda, kan bankasında mümkün
olduğu kadar çok sıfır grubu kan depolanır.

 

 Gnsanlar nasıl yüzebiliyor?

 


Bir cismin suyun üstünde kalabilmesi için sudan hafif olması gerekir. Ancak 120 kiloluk bir
insanın suda çok rahat sırt üstü yattığını, çok zayıf bir kiGinin ise suyun üstünde kalabilmek için
debelendiğini çok kez görmüGsünüzdür. Burada önemli olan ağırlık değil yoğunluktur. Yani
cismin hacim olarak bir santimetreküpünün veya bir litresinin ağırlığıdır.

Gki konuyu birbirinden ayırt etmek lazımdır. Yüzme bilmek insanın suda bir noktadan diğerine
bir Gekilde gidebilmesidir ki, bunu insanın karadaki yürümesine vaya koGamasına benzetebiliriz.
Suyun üstünde kalmak ise karada ayakta durmak gibidir. DoğuGtan bu yetenek bize verilmiGtir.

Suyun yoğunluğu, yani bir litresinin ağırlığı bir kilogram olduğundan sadece 1.00 olarak
gösterilir. Kemiklerimizin yoğunluğu 1.80, adelelerimizin 1.05, vücudumuzdaki yağların 0.94,
ciğerlerimizdeki havanın ise 0.00'dır. Bu yoğunlukların vücudumuzdaki miktarlarına göre
ortalaması alınınca, ortalama bir insanın vücudunun yoğunluğunun sudan biraz az olduğu
görülür. Yani istesek bile suyun dibinde kalamayız, su bizi yukarı iter.

Bu sadece insanlar için geçerli değildir. Memeli hayvanların, koyunlar da dahil olmak üzere
çoğunluğu suyun üstünde kalabilir. Gnsanlarda çok adeleli olanlarla, bir deri bir kemik olanların
yoğunlukları daha yüksektir ve suyun üstünde kalmaları pek rahat değildir. Kadınların
vücutlarında erkeklere oranla daha çok yağ bulunduğundan, yoğunlukları nispeten azdır ve su
oranları daha rahat taGır.

Yüzme sporu yapanlarda ise durum farklıdır. Özellikle erkeklerin uzun boylu ve ince olmaları
gerekir. Bu yapıda olanların vücutlarını yoğunlukları ortalama insandan daha fazladır ama onlar
için önemli olan, suyu geri çekerek ileri hareketi sağlayacak olan kas gücü ve suya en az direnci
gösterecek vücut yapısıdır.

Tuzlu su, tatlı sudan biraz daha yoğundur. Bu yüzden denizde yüzmek, tatlı su dolu bir havuzda
yüzmekten rahattır ve tuzlu suda daha hızlı yüzülebilir. Bütün diğer kara sporlarının aksine,
yüzmede kadınların performansı erkeklere çok yakındır. güphesiz bunun nendeni ise kadınların
erkeklere göre yoğunluklarının daha az olması ve böylece suyun onlara sağladığı kolaylıktır.

Bazı ülkelerde havuzda, suyun içinde doğum yaptırıldığını medyada izlemiGsinizdir. Doğan
bebekler sağlıklı olarak suyun üzerine gelebilmekte, daha sonraki geliGmelerinde, suyun altında
çok rahat hareket edebilmektedirler. Suyun içinde olmak onlar için değiGik değil, zaten alıGık
oldukları bir ortamdır.

 

 Niçin gülüyoruz?

 

Böyle de soru mu olur, tabii ki fıkralara, komik laflara ve olaylara gülüyoruz diyebilirsiniz. Ama
araGtırmalar olayın bu kadar basit olmadığını gösteriyor. Tabii sizler de haklı olabilirsiniz.
Gülmek araGtırmacılar tarafından yıllarca araGtırıldığı kadar karmaGık olmayıp, ilkel
atalarımızdan kalan, çevremize uyum ve sosyal hayatı paylaGmakla ilgili bir davranıG biçimi de
olabilir.

Bebekler doğar doğmaz içgüdüsel olarak ağlarlar ama ancak dört hafta sonra gülmeye baGlarlar.
Anne ve babanın bundan mutluluk duyduğunu hissettikçe bebeklerin gülmeleri fazlalaGır.
Gülmek bir çeGit dıGa vurum gibidir. Gülerken kalp atıGı hızlanır, derin nefes alınır, beyin
tarafından "endorfin" denilen kimyasallar salgılanır. Endorfin ise vücudumuzda gerginliği, ağrıyı
azaltır.

Gülmek de üzüntü veya öfke gibi bir boGalma yoludur, ancak bunun niçin böyle olduğu tam
olarak bilinmiyor. güphesiz hepimiz güldükten sonra kendimizi daha iyi hissediyoruz. Gülerken
bedendeki gerginlik, kaslardaki denetimin yitirildiği noktaya kadar azaldığından, sandalyeden
düGebiliyoruz veya bir çok olayda kendimizi tutamıyoruz.

Gülmek sosyal iliGkilerde mutluluğu paylaGmak gibi görülebilir ama her zaman mutluluk ifadesi


değildir. Hepimiz patronumuzun yaptığı bir Gakaya (pek komik olmasa bile) gülme
eğilimindeyizdir. Yani güç, karGısında daima tebessüm eden yüzler görür.

Çok yüksek sesle gülmek, gelebilecek tehlikelere karGı sinirsel bir reaksiyon da olabilir. Gki insan
arasındaki bir mücadelede, bir oyunda güçlü olan zayıfı ezerken de gülebilir. Yani gülmek, gücün
ve saldırganlığın bir göstergesi de olabilir. Gülerken insanın yüz ifadesinden mutlu olduğunu
herkes anlar ama o yüz ifadesi ile arkasında yatan duygular arasındaki iliGkiyi psikologlar bile
hala tam olarak izah edemiyorlar.

Hala bir müsabakayı kazanıp mutluluktan gülmesi gerekenlerin niçin gözyaGları içinde
ağladıklarının, ağlaması gereken bir yerde bir insanın yine gözyaGları içinde kahkahalarla niçin
güldüğünün sebebi anlaGılmıG değildir. Anacak bu arada kahkaha ile gülmekle, gülümsemeyi
ayırt etmek gerekir. Gülümsemek kesinlikle insanın, karGısındaki için iyi Geyler hissetmese bile
kendisi için bir mutluluk ifadesidir.

Yapılan bir araGtırmaya göre insanlar 50'li yıllarda günde ortalama 18 dakika gülerken, bu süre
günümüzde 6 dakikaya düGmüG bulunmaktadır. YetiGkinlerin günde ortalama 60, çocukların ise
500 kez güldüğü ve bir gülüGün 6 saniye sürdüğü araGtırmacılar tarafından saptanmıGtır.

 

 TaGıt tutması nasıl oluyor?

 

Ne kadar hızla ve ne kadar uzak mesafeye gitmelerine bağlı olmadan, insanlar hareket halindeki
vasıtaların içinde mide bulandırıcı bir rahatsızlık hissederler.

DıG kulağımızın görevi iGitmeyi sağlamaktır ama iç kulağımız dengemizden sorumludur. Hareket
halinde olduğumuzda, iç kulağımızın içindeki sıvı çalkalanır ve sinir sistemimiz vasıtası ile
beynimize sinyal gider. Eğer arabanın içinde bir Gey okuyorsanız veya arabanın içinde bir Geye
bakıyorsanız, gözlerden beyne hareket halinde olmadığınız sinyali gider ama iç kulaklarınızdan
giden sinyal farklıdır. O, vücudunuzdaki sarsıntıdan dolayı hareket halinde olduğunuzu bildirir.
Bu iki sinyal arasındaki fark, halk arasında "araba tutması" diye adlandırılan, mide bulandırıcı
etkiyi yaratır.

Aslında dalgalı denizde seyreden bir gemideki insanı deniz tutması ne ise hareket halindeki bir
arabanın içindeki insanı taGıt tutması da aynı Geydir. Denizdeki hareket tam anlamı ile üç boyutlu
olduğundan etkisi daha fazladır. BaG ağrısı, baG dönmesi, nabızdaki artıG ve mide bölgesindeki
baskı hissi ile kusma ihtiyacı en belirgin özelliklerdir. Bunlara ilaveten deniz tutmasında,
bulantıdan önce stres hormanları da salgılanmaya baGladıklarından rahatsızlık ve panik hissi iyice
kuvvetlenmektedir.

Arabada iken gözlerinizle, bir uzağa, bir yakına bakarsanız, bu taGıt tutma probleminize yardımcı
olabilir. Bu nedenlerdir ki, arabayı kullananlarda taGıt tutması olayı görülmez. Çünkü araba,
kullananın kontrolü altındadır. Sürücü arabanın ne zaman duracağını veya hızlanacağını, ne yöne
dönüleceğini bilmektedir. TaGıt tutması gençlerde daha çok görülür, çünkü yaGlandıkça ve çok
seyahat ettikçe, iç kulağın hareketlere karGı hassasiyeti azalır.

Bir görüGe göre, taGıt tutmasındaki denge bozukluğu, bulanık görme gibi belirtilerde beyine
gönderilen sinyaller, zehirlenince beyine yollanan sinyallerle aynı. Bu nedenle de beyin mideye
kusma ve içindeki zehri boGaltma emrini veriyor.

TaGıt tutmasına karGı önerilerimiz Göyle: Kitap okumayın, zihniniz baGka Geylerle meGgul olsun.
Olay aslında beyinde oluGtuğundan, onu baGka bir Geyle meGgul edin. Zihinsel veya kelime
oyunları oynayın. Mide bozucu Geyler yemeyin, çok gerekirse bunun için üretilmiG ilaçları, kulak
arkasına yapıGtırılan bantları kullanın.

Çinli doktorlar yüzyıllardır taGıt tutmasına karGı akapuntur tedavisi uyguyorlar. Bu uygulamadan
siyah ve beyaz insanların yüzde 50-60'ı etkilendiği halde Asyalıların hemen hepsi etkileniyor. Bu


farkın da sinir sistemindeki bir genetik temele dayandığı sanılıyor.

 

 Niçin hıçkırırız?

 

Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar
içerlerine alabildikleri kadar hava alarak GiGerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve
akciğerlerimizin altına bitiGik büyük bir kas olan diyafram, büzüGerek ciğerlerimizin
geniGlemesini sağlar, nefes almamıza yardımcı olur.

Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır.
Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapıGarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin
gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüGerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu
arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan
geçen hava bir an bloke edilir. Bu da "hıck" Geklinde bir sesin çıkmasına neden olur.

Midedeki bir olayla diyaframın iliGkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe
geçmiG olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim iGlemi bittikten
sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeGitli öneriler vardır. BaG aGağı durmak, yavaG
yavaG su içmek, kolları yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes
almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa
bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.

Bunlardan korkutarak insanı Gok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes almak
ve de kandaki düGük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluGumunu hızlandırdığı bilindiğinden
nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.

Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaGık beG saniyede bir olur ve
genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraGırken, o zaten kendi kendine kesilir.
Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüG hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak
aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler
üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.

Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların
da hıçkırığı meydana getirebilecekeleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir Gey yememekte ve
içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.

Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaG yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken
karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuGmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız
ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.

 

 Uyurken beynimizde neler oluyor?

 

Eğer bir insanın baGına "elektroensephalograf" (ezberlemeniz gerekmez!) adını taGıyan bir cihaz
bağlarsanız, o insanın yaydığı beyin dalgalarını kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz
durumdaki bir insanın beyni, saniyede on kez salınım yapan "alfa" dalgaları yayar. Hareketli bir
insanın beyni ise, salınımı iki kez fazla olan "beta" dalgaları yayar.

Uyku sırasında ise beyin, salınımları çok daha az olan iki yür dalgayı, "teta" ve "delta" dalgalarını
yayar. "Teta" dalagalarını salınımı saniyede 3.5 ila 7 arasında olup, "delta" dalgalarınınki
saniyede 3.5'tan azdır.

Gnsanın uykusu derinleGtikçe, beyin dalgaları da yavaGlar. Gnsanda en derin ve uyandırılmasının
en zor olduğu uyku zamanında, beyin artık "delta" dalgaları yaymaya baGlamıGtır.

gimdi geldik iGin en ilginç yönüne. Gnsan gece uykudayken çeGitli zamanlarda beklenmeyen
Geyler oluGur. Gngilizce'deki "Hızlı Göz Hareketleri" kelimelerinin baG harflerinden alınarak


"REM" uykusu da denilen ve insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada,
beyin dalagaları uyanık bir insanınki kadar hızlanır.

Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz, gözlerinin öne ve arkaya hızla
titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin çoğunda, insanların ise bir kısmında,
kollarda, bacaklarda ve yüz kaslarında seğirmeler de görülebilir.

Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız, rüyasını çok canlı
hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dıGındaki uykularda insanlar genellikle rüya görmezler.

Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için, hem REM, hem de bunun dıGındaki safhaların birlikte
yaGanması gereklidir. REM kısmı uyku süresinin yüzde 25 kadarını kapsamalıdır. Normal
uykudaki bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30 dakika sürer.

Uyku ilaçları daha çabuk ve derin uyumanızı sağlayabilirler ama uykunuzun ve özellikle de REM
kısmının kalitesini değiGtirirler. Uykudan önce alınan alkol de beyinin dalga yayma sistemini ve
düzenini etkiler. Düzenli bir uyku için insan her zaman aynı saatte yatmalı, hafta sonları da dahil
aynı saatte uyanmalıdır.

 

 Parmaklarımız niçin çıtlar?

 

Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları gererek ses çıkartırlar, yani
çıtlatırlar. Çoğumuzun buradan gelen sesin kemiklerden geldiğini sanırız, hatta rahatsız oluruz
ama nedense bunu yapanlar hallerinden memnun görünürler.

En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem
yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin parmaklarınızda, iki kemiğin birleGtiği yerde bir
bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında buraları yağlayan bir
sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiG halde oksijen, nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.

Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız
gerilince ve eklem yerlerimiz düzleGince bu kapsül de gerilir. Gçindeki sıvının basıncı azalır ve
gaz kabarcıkları patlamaya baGlar. GGte kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar
neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleGir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini
arttırır.

güphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı
çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde oluGan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz.
Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaGık yüzde 15-20 arttırır.

Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz
kabarcıklarının sıvı içerisinde tekrar oluGması biraz zaman alır.

Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük gaz miktatının
bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaGılmıG değildir. Bu sorunun tatmin edici
bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalıGmalar göstermiGtir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı
ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. Gkinci sesin ise
kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.

Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zaralı mıdır?
Bu konuda elde çok az bilimsel çalıGma sonucu vardır. Bir görüGe göre parmak çıtlatmanın eklem
yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüGe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve
bunu alıGkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuGak doku zarar görmekte,
parmaklar GiGmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.

 

 Gnsanların niçin bazıları solaktır?

 


Gnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya
nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak olmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına
daha uygun olabailirdi, ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini
kullanmaları GaGırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, katılımla bir ilgisinin bulunmadığı da
kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyonlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmıG değil.

Gnsanın dıGında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada
tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar hep
çoğunlukta olmuGlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.

Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değiGik yetenekleri kontrol eder. Önceleri beynimizin sol
yarısının konuGma yeteneğimize kumanda ettiği bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği,
bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ
yarısının da idrak, yargılama, hafıza gibi çok önemli iGlevlere kumanda ettiği, beynin her, iki
yarısının da birbirinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eGit değerde görevler üstlendiği
görüldü.

Solakların oranı hakkında çeGiti görüGler var. Genel görüG bunun 1/9 oranında olduğu Geklindedir.
Her azınlığın baGına geldiği gibi solaklar toplumda bazı zorluklarla karGılaGmıGlar, hatta tarihin
karanlık çağlarında Geytanla bile özleGtirilmiGlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar,
aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.

Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuGlar, acımasız bir
üstünlük kurmuGlar, dünyada her Geyi kendilerine göre ayarlamıGlardır. Arabaların vitesleri,
silahlarda boG kovanların fırlayıG yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere
göre tasarlanmıGtır.

Gngilizce'de sol anlamındaki "left" kelimesi, zayıf ve kullanıGsız anlamında eski Gngilizce'de
kullanılan "lyft" kelimesinden türetilmiGtir. Sağ anlamındaki "right" ise haklılık ve doğruluk
anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında
kullanılır, hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluGturur, solun ise soluk gibi bir sıfatın
kökünü oluGturma dıGında sadece bir nota ile isim benzerliği vardır.

 

 Suyun altında niçin bulanık görürüz?

 

Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz gözlüğünü takınca her Gey
netleGir. AnalGılıyor ki, gözümüzün önünde deniz gözlüğünün içindeki hava olmadıkça, suyun
içinde görme iGlevinde bir aksama olmaktadır.

Gözümüzün dıGbükey Geklindeki dıG yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu mercek olmadan
gözümüz ıGığı alıp, arka taraftaki retina tabakasına odaklayamaz. Yani gözümüzün dıGı bir görme
elemanından ziyade, görüntünün ince ayarını yapan basit bir mercektir.

IGık, havadan suya veya prizmanın içinden geçerken olduğu gibi, farklı yoğunluktaki cisimlerden
geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün yoğunluğu ve dıGbükeyliği öyle ayarlanmıGtır ki,
gelen ıGık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada odaklaGır.

IGığın sudaki hızı, gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaGık aynıdır. Ancak suyun yoğunluğu farklı
olduğundan buradan gelen ıGık, havadan gelecek ıGığa göre yoğunluğu ayarlanmıG gözümüzde
tam kırılmaz, görüntü retinada tam odaklaGamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz.

Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir boGluk bırakırsak,
sudan havaya geçen ıGık oradan gözümüze gelerek normal olaraka kırılır ve görüntü de retina da
net olarak odaklaGır.

 

 Gnsanlar niçin dondurularak saklanamıyor?


 

Tedavisi günümüzde mümkün olmayan hastaları ölmeden önce dondurup, teknolojinin geliGip,
tedavi imkanlarının üzerinde çok çalıGtıkları bir konudur ve bilim insanlarını bu araGtırmalara iten
sebep kurbağalardır.

Doğada bazı cins kurbağalar kıG uykusu süresince donarlar; kalp atıGları, nefes alıGları ve kan
dolaGımları tamamen durur. Hatta aort damarları kesildiğinde bile kanama olmaz. Buzlar
çözüldükten sonra, önce kalp atmaya baGlar ve kurbağa hayata geri döner.

Yapılan araGtırmalarda kurbağaların aniden donmadıkları, 24 saat süresince kan ve hücrelerinin
arasındaki su dondukça geriye donma noktası düGük bir tip antifriz çözelti bıraktıkları ve glikoz
üretimlerini çok yükselttikleri tespit edilmiGtir. Oysa insanda bu oranda Geker yükselmesine mani
olacak birçok mekanizma vardır ve iyi çalıGmalarının sonucu ise Geker hastalığıdır.

Bir memelinin hücresinin dondurularak saklanabilmesi için, hücrenin içinde oluGan buzun en az
seviyede olması gerekir. Hücre içindeki suyun tamamen donması ölüme yol açar. Bunun için de
dondurma iGlemine hücre dıGı sıvılardan baGlanılmalı, sadece hücre aralarındaki ve kandaki su
donmalı, hücredeki zar ve proteinlerin yapıları bozulmamalıdır. DonmuG kan, besin ve oksijen
taGıyamayacağından, metabolizmada ne gibi aksaklıklar görülebileceği hala bilinmemektedir.
Ayrı bir sorun da suyun donduğu vakit geniGlemesidir. Bu yüzden kan damarları parçalanabilir,
doku yapısı bozulabilir, hücre zarı yırtılabilir.

Aslında artık günümüzde insanın yumurta hücreleri, sperm ve beyaz kan hücreleri, deri ve
korneası dondurularak saklanabilmektedir. Ancak bunların hücre sayıları çok azdır. Nakil için
böbrekler ve karaciğer buz içinde saklanır ama bunun da süresi en fazla 2-3 gündür. Üstelik bu
organlar soğuk ortamda saklanmakta ama dondurulmamaktadır.

Halen bir organ bile dondurulup saklanmadığına göre, bütün bir vücudu dondurarak saklama
konusunda bilim insanları pek iyimser değiller ama çalıGmalar devam ediyor. Daha doğrusu
insanı dondurup saklamak Güphesiz mümkün de, tekrar ısıtılıp canlandırmanın yolu henüz
bilinmiyor.

 

 Kanımız kırmızı iken damarlarımız niçin mavi?

 

YaGamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene ihtiyacı vardır.
Hücrelerimize oksijeni kanımız taGır. Kanımız oksijeni havadan aldığımız nefesin sonucunda
akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun her bir noktasına ulaGtırır. Bu noktalarda oksijeni
hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için
akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.

Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taGıyarak, hedefe ulaGıldığında bırakan
özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir
içeren bir protein olan hemoglobin, oksijenle birleGerek bilinen parlak kan rengini oluGturur.

Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken yani
toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri
ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup
olmaması tayin eder.

Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ıGığın bir kısmının derimizde
emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi yüksek enerjiye
sahip dalga boyundaki ıGıklar daha çok yansıtılıp gözümüze geldiği için damarlarımız mavi
renkte görülür.

Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu renkli kanı
taGıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından pompalanan kanın vücudun her yerine


süratle ulaGabilmesi için basınç yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düGük, hızı da daha
yavaGtır.

Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dıGarı çıkar, kan kaybı süratli ve çok olur.
Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karGı atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmıG ve
derimizin altında daha derinlere yerleGtirilmiGlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarınızı pek göremezsiniz.

Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu için içindeki kanın
rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan toplardamarlardır. Tabi ki bu durum
toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez.
Kesilme yerinden akan kan derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine
bilinen kan rengine dönüGür.

 

 Aynı anne ve babanın çocukları niçin farklı oluyor?

 

Çocukların oluGumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirliyorsa, her insanda bir set
kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değiGmiyorsa, aynı anne ve babadan olan
çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez mi? Üreme konusunda tabiat müthiG GaGırtıcıdır.
Tabiatta çocukların oluGumu ile ilgili özel bir sistem dizayn edilmiGtir.

Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve dergilerde çizilen resimlerden
belki dikkatinizi çekmiGtir. Kadın veya erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her
kromozom birleGtikleri zaman "X" harfini oluGturan iki parçadan ibarettir. Bu ikili DNA'nın
birbirine sıkıca sarılmıG iki koludur.

Bir insanın kromozomunun, bu iki yakasından biri anneden, diğeri de babasından gelir. Ortadan
"X" Geklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taGır.

Sperm, yumurta ile birleGerek yeni bir insanın oluGumunu sağlar. Sperm yeni bebeğin
kromozomunun bir yarısını taGır, yumurta diğerini. Esas soru Gudur: Sperm ve yumurtadaki DNA
nereden gelmektedir? Babadaki her hücre, birbirinin tamamen aynı "X" Geklindeki kromozomları
taGır. Anne için de bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının
kromozomlarından gelmiGtir. Ama hangi yarısı gelmiGtir? GGte doğanın müthiG düzeninin ipucu da
buradadır.

Babada sperm hücreleri oluGurken, kendi anne ve babasının kromozomlarının birer yarısını
rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin yumurtalarında da aynı Gey olunca, doğan her
çocuk dört kiGinin, yani anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da
ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıGtırılmıG Gekilden oluGur ve her çocuk farklı fiziksel ve
psikolojik özellikler gösterir.

 

 Koyu renk gözlü çiftlerin çocukları nasıl açık renk gözlü olabiliyor?

 

Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene sahiptir. Ve bunlardan
birini çocuğuna geçirir. Eğer anne ve babadan alınan genler aynı ise, yani çocuk her iki taraftan
da mavi göz genini aldı ise problem yoktur.Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir
taraftan mavi göz, diğerinden kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri mavi diğeri
kahverengi olmayacağına göre bu genlerden biri üstün gelecektir.

GGte rakibine karGı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen adı verilir. Gnsanlarda
koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi geçen çocuğun gözleri kahverengi olacaktır.
Mavi göz rengi gibi mücadeleyi kaybeden gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.

Anne ve babadaki her iki gen de hakim gen ise sonuç aynı olacaktır. Saklı gen bu mücadelede


ancak her iki tarafın geni de saklı gen ise galip çıkabilir. Uzun boy ve kısa boy genlerinde hakim
olan uzun boydur. Örneğin babada iki uzun boy geni (U/U), annede ise iki kısa boy geni (k/k)
varsa, her çocukta mutlaka bir uzun ve bir kısa boy geni (U/k) olacak ve uzun boy hakim gen
olduğundan her çocuk uzun boylu olacaktır.

Bu çocuklar (U/k) gen yapılı biri ile evlenirlerse, çocukların her birinde muhtemelen (U/U, U/k,
k/U, k/k) gen yapısı oluGacak yani üç çocuk uzun boylu olurken bir tanesi kısa boylu kalacaktır.
Gnsanlarda kahverengi göz rengi, görme yeteneği ve saçlılık hakim genler iken mavi göz, renk
körlüğü ve kellik saklı genlerdir.

Saklı gen çocuğun DNA sarmalında kalıp, onun çocuklarına da geçebilir. Babası mavi, annesi
kahverengi gözlü çocuk kahverengi olur ama mavi renk göz geni saklı olarak durur. Kendisi ile
aynı genetik yapıda biri ile evlenirse yukarıdaki uzun boy-kısa boy örneğinde olduğu gibi anne ve
baba kahverengi gözlü olamlarına rağmen çocuklardan biri mavi gözlü olabilir.

Bu durum Mendel kurallarına uygun olup mavi gözlü çocukları olan kahverengi gözlü anne ve
babaların paniğe kapılmalarına ve ortada baGka bir neden aramalarına gerek yoktur.

 

 Jet-lag olayı nedir?

 

Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi periyodik fonksiyonlarını
kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi
zaman dilimlerinde çalıGır, ancak ıGık ve sıcaklık gibi dıG etkenlerden de etkilenir.

Eğer Gstanbul'dan Newyork'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala Gstanbul'a ayarlıdır. Örneğin
Gsatnbul'dan saat 12:00'de havalanır, sekiz saatlik bir uçuGtan sonra Newyork'a varırsanız, vücut
saatiniz 20:00'dedir ama Newyork saat 13:00'ü yaGamakadır. Vücudunuzun saati ortama göre
yedi saat ileridedir. Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz gelecektir ama, akGam olmasına bile
daha yedi-sekiz saat vardır.

GGte bu olaya jet-lag denilir. "Lag"in Gngilizce'de anlamı geri kalma, gecikmedir. Bu durumda
uçuGtan sonra insanda yorgunluk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iG görüGmeleri
gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.

Dünya dönüGü 24 saatte tamamlandığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye her biri 1 saatlik 24
zaman bölgesine bölünmüGtür. Örneğin Gstanbul ile Newyork arasında yedi zaman bölgesi vardır
ve aynı anda Gstanbul'da saat 14:00 iken, Newyork'ta sabah 07:00'dir.

NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine, yani bir saatlik bir
zaman değiGimine alıGması bir gün almaktadır. Bu durumda Gstanbul'dan Newyork'a gidince
vücut kendini ancak yedi gün sonra adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil,
kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı zaman bölgesinde kuzey-güney
mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.

Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok görüldüğü tartıGma
konusudur. güphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına ve yaGam düzeyine bağlıdır. Yapılan
anketler sonucunda, çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuGlarda daha çok rahatsız olduğu,
insanın vücut saatini hızlandırmada, yavaGlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir.

Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise günlük yaGantısı
düzenli ve rutin iGler yaparak yaGayanlardır. Uçaktaki havanın kuru olması, seyehat süresince
hareketin kısıtlı olması, içki içilmesi, yeterli sıvı içecek alınamaması, farklı iklimde farklı
yemekler, insanlarda jet-lag'a karGı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.

 

 Banyodan sonra ellerimiz niçin buruGur?

 


Bütün vücudumuz, bir kısmı gözle görülebilen, büyük bir kısmı da ancak dikkatli bakınca
farkedilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve kılların dibinde "sebum" adı verilen yağ bezleri
vardır. Bunların çıkardığı yağ, su geçirmez keratin bir tabaka oluGturur ve suyun derimizden içeri
girmesini önleyerek derimizi yumuGak tutar.

Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeniyle vücudumuzda sadece parmak uçlarımız ve
tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısıyla koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca
parmaklarımızın uçları ve ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıGtır.

Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp iyice ıslanırsa, osmos
denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin içine giriGi sonucunda derimizin altına
su girer ve bu su burada kendine yer bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleGerek bu
suya ayırabileceği fazla yeri olmadığı için, aynen yazın çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda
olduğu gibi eğilir, bükülür yani büzüGür.

 

 Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?

 

Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir Gekerle veya sakızla kurtulmak
mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak, soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri
yediğimizde nefesimiz kokar. Gstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, diGlerimizi fırçalayalım,
Geker yiyelim veya sakız çiğneyelim fark etmez, bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.

Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaGan alkol, ağızda diGlerin arasında kalan yiyecekler
değildir. Onlar ağzın yıkanması ile gideribilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek
gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin
molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karıGır. Böylece akciğerlere
ulaGarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.

Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı
ölçülür. Cihaza üflemeyle dıGarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol
miktarını gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kiGinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7,
kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılamsı ile hesaplanabilir.

Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ oaranlarına sahip bir kadın ve
erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince
bağırsaklarda kana karıGsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karıGım
oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoG olmaları ve sarhoGluğun daha
uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.

Bir kadeh sek rakı veya iki bardak Garap kanda 40 gram alkol bulunması anlamına gelir. Böyle bir
doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40(75*0,7)=0,76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti
aGar.

Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur, çünkü hesaba göre
kanında 40(60*0,6)=1,1 gr/litre alkol çıkar.

Gnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra refleksler yavaGlar, sürücü
bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.

 

 Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?

 

Vücudumuzun ısısını korumasına kıG aylarında üzerimize giysiler giyerek biz yardımcı oluyoruz
ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir Gey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl
ayarlıyor?

Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor. Beynimizde


terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da "hipotalamus". Ayrıca derimizin altında yumak
görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var.

Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası
ile, deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı
buharlaGırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akGam rüzgarından, serinletici bir fandan
veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.

Gözle görülen ve görülmeyen omak üzere iki çeGit terleme vardır. Nefes verirken bile terleriz. Bu
arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk
altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluGan terlemelerdir. Böylece
vücudumuzun bir Gekilde soğuması sağlanmıG olur.

Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aGırı terler, bazıları da bir rahatsızlık belirtisi,
göstermez, hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de
kapalı, puslu kıG günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?

Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı, daha doğrusu önceden
ayarlanmıG ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmıG bir insan, 38
dereceye ayarlanmıG bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır.

Terleme ve dolaGm sistemlerinin termostat düğmesi daha düGük derecelere ayarlanmıG insanlar,
düGük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.

 

 

 

 Niçin uyuyoruz?

 

GGte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir süpriz cevap daha! "Hiç kimse bilmiyor."
Cevabın kolay olduğunu, uykuda enerjimizi sarj ettiğimizi söyleyebilirsiniz, ama bilimsel
araGtırmalar bunu göstermiyor. Yapılan araGtırmalarda, Gngiltere'de 70 yaGında bir kadının, her
gece bir saat uyuyarak, hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece 1,5 saat
uyuyarak ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiGtir.

Aslında normalde, hepimizin bildiği gibi, bir gece dahi uyuyamasak, ertesi gün adrenalin nedeni
ile bütün aktivitelerimiz yavaGlamaktadır. Gki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha
kötüdür. Dikkat ve konsantrasyon düGer, hatalar artar.

Üç günden sonra insan hayal görmeye baGlayabilir, düGünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise
artık insan gerçekle iliGkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı uyanık
tutmaya çalıGmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıGtır.

Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler gözlemlenmiGtir. Uyku
süresince oluGtuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri çocukların büyüme hormanlarının
geliGmesi, diğeri ise bağıGıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.

Fakat soru hala yerinde duruyor! "Niçin uyuyoruz?" Kimse bilmiyor. GGte size çeGitli teoriler.

Uyku, insana kaslarını ve diğer dokularını onarma, yaGlanan veya ölen hücrelerini yenileme Gansı
verir.

Uyku, insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme, gereksizleri unutma ve arGlivleme Gansı
verir. Rüyalar da bu iGlemin bir parçasıdır.

Uyku, enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde dört-beG kez yerine üç öğün
yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir Gey yapamayacağımızdan, anahtarı
kapatarak enerji tassarrufu yaparız.

Uyku, bütün gün çalıGan beynin bir Garj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcamasını
kısarak, beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi artırabilir.


Uyku hakkında tüm bildiğimiz, geceleri iyi bir uyursak, sabahları kendimizi iyi hissettiğmiz, hem
vücudumuzun, hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.

 

 Uyku nedir?

 

Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiG enteresan bir olaydır. Uykunun nasıl
olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir insanda aGağıdaki durumlar gözlemlenir;

 

· Yatarak uyur.

 

· Gözleri kapalıdır.

 

· Çok yüksek bir ses olmadıkça, hiçbir Geyi iGitmez.

 

· Daha yavaG ve ritmik olarak nefes alır.

 

· Adeleler tamamen gevGemiGtir.(Eğer bir koltukta otururken uyumuGsanız, derin uykuda
koltuktan düGebilirsiniz.)

 

· Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.

 

 

Bunlara ilave olarak kalp atıGı yavaGlar ve beyinde rüya denilen çok ilginç olaylar oluGur. Diğer
bir deyiGle uyuyan insan çevresinde oluGan Geylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile
komada olan bir hasta arasındaki en önemli fark, uykuda olanın yeterli bir dıG müdahale ile
uyandırılabilmesidir.

VahGi doğada yaGayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz, yaklaGık sekiz saatlik uyuma
periyodu pek mümkün görünmemekte, bu durumun insanın evrimi süresince oluGtuğu
sanılmaktadır.

Sürüngenler, kuGlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa süreler için de olsa
çevreleri ile iliGkilerini keserler. Bazı balıkların ve kurbağa gibi hem suda, hem de karada
yaGayanların da belirli sürelerde aktivitelerini yavaGlattıkları, fakat hiçbir zaman çevre ile
ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor, ancak onların
da bazıları gece, bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.

Beyin dalgaları üzerinde yapılan çalıGmalar sonucu, sürüngenlerin rüya görmedikleri, kuGların
çok az, memelilerin ise hepsinin uykularında rüya gördükleri saptanmıGtır. Glginç olan
noktalardan biri Gu ki, inekler ayakta uyurken değil de, yatarken rüya görebilmektedirler.

Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre uyurken, köpekler
kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku için geceyi tercih ederken, bazıları
gündüzü tercih eder.

Gnsanların uyku ihtiyacı yaGlandıkça azalır. Yeni doğmuG bir bebeğin uyku ihtiyacı günde 20 saat
iken, dört yaGında 12 saate, on sekiz yaGında 10 saate düGer. YetiGkinler uyku için yedi-dokuz
saate ihtiyaç duyarlar ama, genelde 6 saat yeterlidir.

 

 Saçlarımız niçin uzuyor?

 

Çünkü aksi taktirde berberler iGsiz kalırdı! Ha, ha! gaka bir yana vücudumuzdaki kılların çok


önemli görevleri vardır. Saçlarımız baGımızı yazın güneGten, kıGın soğuktan korurlar. KaGlarımız
terimizin, kirpiklerimiz küçük parçaların gözümüze girmelerine engel olurlar. Burun ve
kulaklarımızdaki kıllar tozların girmesini önler. Vücudumuzdaki diğer kıllar ise derimizi serin
tutar, ısı kaybını önler.

Bizler sadece saçımızın, sakalımızın, koltuklatlarında ve genital bölgelerimizdeki kılların
uzadığını, kollarımız, bacaklarımız ve diğer yerlerdeki kıllarımızın uzamadığını düGünürüz.
Gerçekte saçımız da uzamasını bir süre sonra durdurur ama bunun için bayağı uzun bir süre
geçer.

Vücudumuzdaki kılların her biri topraktaki çim gibi, derimizin altındaki kendi torbasında yetiGir
ve büyür. Bu torbalardaki yeni saç hücreleri kılların köklerini oluGturur. Yeni hücreler oluGtukça,
eskilerini torbalardan dıGarı iterler ve bu hücreler dıGarı itildikçe canlı olma özelliklerini
kaybederler, yani ölürler ve de kıllarımızın ve saçlarımızın bizim görebildiğimiz kısmını
oluGtururlar.

Vücudumuzun hangi kısmında olduklarına bağlı olarak, kıl torbasında belirli bir sürede yeni kıl
hücreleri üretilir. Bu süreye "büyüme süreci" denir. Sonra büyüme bir süre için durur. Buna
"durma süreci" denir. Bu sürecin de sonunda kılların yine büyüdüğü "büyüme süreci" gelir ve
böyle devam eder, gider.

Durma sürecinde kıl kopar ve alttan gelen bir yenisi yerini alır. Yani bir kılın veya saç telinin
ulaGabileceği en uzun boyutu bu büyüme sürecinin uzunluğu belirler. Kollarımızdaki kılları
oluGturan hücrelerin büyüme süreci birkaç ay olarak programlanmıGtır. Bu nedenle kıllar kısa bir
süre içinde uzar, bir santimetre civarında bir uzunluğa geldiklerinde artık uzamazlar, belirli bir
sürenin sonunda da alttan yenileri gelir.

Diğer taraftan saçlarımızın büyüme süreci iki seneden altı seneye kadar değiGir. Eğer
kesmezseniz bir metre hatta daha da fazla bir uzunluğa ulaGabilir. Saçalarımız üç aylık bir
uzamanın ardından bir durma evresi geçirir ve bu sırada alttan gelen yeni saçlar eskilerini atar,
yani dökülmelerine sebep olur. Bunu banyo yaptıktan sonra lavaboya dökülen saçlarınızdan
anlayabilirsiniz. Bu yola bir insan her gün 70-100 arasında saç teli döker.

Saç ve kıllarımızın her birinin büyüme ve durma süreçlerine baGlama zamanları farklı olduğu
için, hepsi birden aynı anda dökülmediklerinden devamlı olarak baGımızda saç, vücudumuzda kıl
olur. Hayvanlarda bu süreçler aynı zamanda baGalyıp bittiğinden onlar yılın belirli zamanlarında
tüylerini dökerler.

 

 Renklerden nasıl etkileniriz?

 

Renklerin insan davranıGını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün kesinleGmiGtir.
Kanada'da bir okulda yapılGan deneyde, odaların renk ve ıGık düzenlerinin değiGtirilmesi ile bazı
öğrencilerin zeka düzeylerinin ve disiplin sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği tespit
edilmiGtir. Ancak insan gözünün ıGık ve rengi algılayan ağ tabakasını görme sinirleri vasıtasıyla
bunu beyne ilettikten sonra beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz
açıklayamıyor.

Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeGit görme hücresi aracılığı ile tanınır. Silindir ve çomak
Geklinde olanlar ıGığı, koni Geklinde olanlar ise rengi algılarlar. Gözümüzde yedi milyon konik ve
100 milyon kadar silindirik hücre vardır.

Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında, ıGığa duyarlı silindirik hücreler ise
kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir
yıldızı, ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ıGığa hassas silindirik hücreler daha az
olduğundan görüntü kaybolur. Aynı Gekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız Gekillerde renkler


kaybolur.

Yapılan deneylerde, pembe renge bakan kiGilerin rahatladıkları, kırmızı, turuncu ve sarı gibi sıcak
renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği, nabzın ve solunumun hızlandığı, terlemenin
çoğaldığı, mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiGtir.

AraGtırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini, bunu kırmızı ve yeGilin takip ettiğini
göstermektedir. Erkeler yeGil, deniz mavisi, turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken, kadınlar
firuze yeGili, açık mavi, pembe gibi açık-uçuk renkleri, çocuklar ise mavi, kırmızı, yeGil, sarı ve
turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.

Bir binada sarı renge boyanmıG bir tavan, odayı daha yüksek, sarı renkli duvarlar ise daha geniG
gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması, beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün
duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek satan dükkanların duvarları iGtah açtıran portakal
rengine boyanırken yarıG arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir
renk olmayan, daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.

Kırmızı renk kan rengidir, asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuGtur. Trafik ıGılarında
"dur" sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Ameliyathanelerde, bulaGan kan rengini
belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanmaları gerekirken, teskin edici mavi ve yeGil
renkler tercih edilir.

 

 Niçin gıdıklanıyoruz?

 

Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. BaGkaları tarafından, hatta bazen
dokunulmadan gıdıklanırız, ama kendi kendimizi gıdıklayamayız. Bazıları gıdıklanmaya karGı
çok hassasken bazıları etkilenmez bile.

Bir insan gıdıklanınca, derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifcikleri harekete geçer. Özellikle
tüyle okGama, böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifcikler, sinyalleri beyne gönderirler.
Ancak araGtırmacılar bu sinyallerin beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beynin
gıdıklanmaya tepkisi, kaGınmaya olan tepkisi gibi, gönülsüz yapılan bir tepkidir.

Gıdıklanma ile kan basıncı artarken, nabız ve kalp atıGı hızlanır, beynin uyanıklığı fazlalaGır.
Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma baGlangıçta zevkli
olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüGebilir.

Gnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler, ayak altı, avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir.
Bunun nedeni, buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.

Gnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden, hangisinin dıGarıdan
geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin, elimizin yanması gibi acil refleks
gerektiren dıGarıdan gelen uyarılara öncelik verir. Bu nedenle bir baGkası tarafından
gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıGtığımızda beyin bu
noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanmayız.

 

 Niçin yaGlanıyoruz?

 

Her insan vücudu zaman geçtikçe yaGlanır. Gnsan ömrü her kiGiye göre farklı olmakla birlikte
günümüzde ortalama 75 yıla ulaGmıGtır.

Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaGayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen
en uzun insan ömrü, Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kiGi 120 yıl 137 gün yaGamıGtır.
Gnsanların büyümesi, yaGlanmaları ve ölmeleri üzerine çeGitli teoriler var. Bir teoriye göre,
ömrümüz süresince biyolojik aktivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar, gün geçtikçe
baGta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.


Bir baGka teoriye göre ise, genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiGtir. Program,
hücrelerimiz üzerinden yaGlanmamızı kontrol ediyor, yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar
gereken düzeyde çalıGmıyor ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl
iken günümüzde 75 yıla ulaGması, bu savı çürütmektedir.

Bu amaçla bilimciler, meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler
yaratmayı baGarmıGlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen
enzim nedeniyle, savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri
bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.

Meyve sineği üzerinde yapılan araGtırmalar, insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiGtir,
ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde yapılan çalıGmaların daha
gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.

Bir baGka saptama da, metabolizması yüksek, yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların, yavaG
yakanlara göre daha az yaGadıklarıdır. Örneğin, farelerin metabolizmik hızları insandan daha
yüksektir, ama nadiren üç yıldan fazla yaGarlar.

Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de, antioksidan grubunda yer
alarak, yaGlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.

Gnsan vücudunda, hücrelerin bölünerek, yeni hücre oluGturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır.
Sonuna kadar bölünebilen tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin sırrının
çözülmesi insanın yaGlanma olgusuna da ıGık tutacaktır.

 

 Neden esneriz?

 

Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaGıcı mıdır? Aslında esnemenin ve fizyolojisinin
ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinmemektedir.

Önceleri esneme, insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak için
vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düGünülüyordu. Yapılan deneylerin
sonucunda, esnemenin, solunum olayına kısa bir destek verdiği, ancak onun önemli bir
fonksiyonu olmadığı tespit edilmiGtir.

Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün
değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir
esneme altı saniye sürer.

Sadece insanlar değil, kediler, kuGlar, fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki
bu davranıG biçimi, aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak yaptığı
yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi olabilmektedir.

Yapılan araGtırmalarda, hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karGılama sırasında
esnedikleri, insanların ise, tersine dıG uyarılarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıGtır.

Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de, canı sıkıldığı halde uyumamaya çalıGanların daha çok
esnedikleri gözlemlenmiGtir. Bir diğer görüGe göre de, sınava girecek bir öğrencinin veya yarıGa
girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi, organizmanın kendini sakinleGtirmesidir.

Esneme de gülme gibi bulaGıcıdır. Esneyen kiGinin yüz hatlarında meydana gelen Gekillenmenin,
diğer insanlar üzerinde esnemeyi teGvik edici bir etki uyandırdığı tahmin ediliyor. Yani nasıl
yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak, onun gibi bir Gey.

Esnemenin bulaGıcı olduğunu ileri süren bir görüGe göre ise ilk insanlardan kalma bir davranıG
olarak esnemekteyiz. Glkel atalarımız akGamları ateGin etrafında topluca otururken grubun lideri
tüm diGlerini göstererek esner, oturumu kapatır, artık gecenin baGladığı, herkesin sabaha kadar
yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüG
birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.


Günümüzde bu iG için daha karıGık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu uzaktan kumanda
ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası
görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.

 

 Ağrı nedir?

 

Ağrı olayı, ince sinir sistemimizle, beyin, kas sistemimiz ve dolaGım sistemimizle doğrudan
ilgilidir. Ancak bu iletiGimin sırları tam olarak çözülebilmiG değildir. Ağrı, doktorun hastalığı
teGhis etmesine yardım eder, öyleyse faydalıdır. O zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum
yapar? Niçin çok ciddi bazı hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?

Ağrılar dört sınıfa ayrılır. Glk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. Glki, parmağımıza inen bir
çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. Gkincisi, vücudumuzun içinden kaynaklanan, romatizma,
migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar, tuhaf ve mantıkdıGı görülen ve olaydan çok uzun bir süre
sonra ortaya çıkabilen ağrılardır. Örneğin, bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda
ağrı hissedilmesi olayları ile karGılaGılmıGtır. Dördüncü sınıf ağrılar ise, doğrudan kiGinin ruhsal
hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayalide olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde
30'unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.

BaG ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araGtırmalara göre, baG
ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taGımak, telefonu
çenenin altına sıkıGtırarak konuGmak, baGın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve
okumak gibi hareketlerin boyun ve baG kaslarını etkilemesi, baG ağrılarının en yaygın nedenlerini
oluGturmaktadır.

Tarih boyunca ağrıyı gidermek için, sıcak su, kızgın demirlerle dağlama gibi baGka bir ağrı
uygulama da dahil olmak üzere çeGitli yöntemler kullanılmıGtır. Bunların ortaya koyduğu en
önemli yarar, ağrının, oluGum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil, beyinde
bulunduğunun saptanması olmuGtur.

En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan
kalkması, ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir. Örneğin kimi
kazalardan sonra kendileri ile konuGılan yaralı kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri
çok görülür.

Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç, haGhaGtan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen
aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine, ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı
özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.

 

 Elektrik insanı nasıl çarpıyor?

 

Gnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi
iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düGünürsek,
bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil.
Islanınca o da iletkenleGiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.

Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının
insana en tehlikeli frekans aralığı 50-60 HZ.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına
benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse "Volt" da odur. "Amper" de suyun miktarının karGılığıdır.

Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluGur ve elektrik bu
yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler.
Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur.
Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre


yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden ayağa
geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.

Elektriğe çarpılınca Goka girmemizin nedeni kendi elektriğimizdir. Sinir sistemimizin ürettiği
elektrik ile dıGardan çarpıldığımız elektrik karGılaGıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve
titremeler yaratıyor.

Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın Giddetinin yani amperin önemli olduğu ileri
sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüG ayrılığı var. Zaten
elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmıG veya tek bir tanım üzerinde uzlaGma sağlanmıG
değil.

Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım
doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düGünüGe göre bir ila beG miliamperde acı baGlıyor; 100 miliampere
gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde Gok oluGuyor. Tabii bütün bu
değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan
tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar
görebilirsiniz.

Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi
kalmadan, problemsiz olarak yaGayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde
hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp Goka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine
elektro Gok uygulanıyor.

 

 Camın arkasında güneGte bronzlaGabilir miyiz?

 

Hayır. GüneGte cildimizin renginin değiGmesini sağlayan güneG ıGığının içindeki ültraviyole(UV)
ıGınlarıdır ki bunlar camdan geçemez. UV ıGınları görünmeyen, yüksek enerjili, kısa dalga boylu
ve görebildiğimiz renk dağılımında mor rengin ötesinde yer alan ıGınlardır. Bunun için çok
güneGli bir havada, güneG tam karGıdan gelirken araba kullandığımızda yüzümüz değil de açık
olan pencereye yaslı kolumuz kızarır.

Bizim bronzlaGma ve çok sağlıklı görünüyoruz diye beğendiğimiz, derimizin güneG altında
rengini değiGtirmesi olayı aslında "derma" diye bilinen cildimizin ikinci tabakasındaki pigment
hücrelerinin bir reaksiyonudur. Bu hücreler UV ıGınlarına maruz kaldıklarında "melanin" denilen
daha koyu pigmentlerin miktarını arttırırlar. Bu koyu pigmetler derimizin üst tabakalarına gelirler
ve böylece derimizin rengi koyulaGır.

Melanin, UV ıGınlarını emer, yani vücudun melanin üretimini artırması, vücudumuzu UV
ıGınlarının tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama bir noktadan sonra bu da geçerli değildir.
GüneGin altında ne kadar yanmıG olursak olalım, derimizin rengi ne kadar koyulaGırsa koyulaGsın,
yinede güneG ıGığının içindeki UV ıGınlarının yarısını derimiz içine almaya devam edebilir.

AGırı UV ıGınlarına maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol açabilir. Her yıl yarım milyon
insanda bu hastalık görülmektedir. Özellikle gençler arasında giderek artmaktadır. Gerçi bu tür,
genellikle baGarı ile tedavi edilmektedir ama ciğere veya beyine yayılabilecek çok daha kötü
türleri de vardır.

Çok güneGli havalarda UV ıGınları gözlerimize de çok zararlıdır. Unutmayalım ki,
vücudumuzdaki en ince deri göz kapaklarımızdadır. GüneGe çıkmak zorunda kalınacaksa koruma
faktörü yüksek krem ve yağlar kullanılmalıdır.

UV ıGınları cisimlerden de yansır. Bu nedenle gölgede kalmak da çare değildir. Gnsan gölgede de
yanabilir.

GüneG enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde üç kilometrekarelik bir tarlanın
bir gün boyunca güneGten aldığı enerji, HiroGima üzerinde patlatılan atom bombasının salıverdiği


enerjiye eGittir. Bombadan enerji bir anda boGaltıldığından, Gok dalgaları oluGmuG ve ölümcül
olmuGtur.

 

 Nasıl sarhoG olunuyor?

 

Glk yudumla birlikte, alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra, ciddi miktarda kana
karıGtığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karıGması en çok ince bağırsaklarda
olur.

Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol, derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye
baGlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaGlatır.

Gçmeye devam edilirse, beyindeki görme, denge, konuGma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri
etkilenmeye baGlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için, kalp kası zorlanır
ve nabız artar.

Biraz daha içilirse Guur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse, alkolün kandaki oranı
alkol zehirlenmesi seviyesine ulaGır, solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.

Alkol oldukça yavaG yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaGık 10 saat sürer.

Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan araGtırmalara göre
ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu alkolden karGılamaktadır.
Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.

Alkol karaciğer yetmezliği yanında, kalp hastalığı ve kanser riskini de arttırır. Beyinde hücre
kaybına yol açar, uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar, psikiyatrik bozukluklar
baGlar.

Ama alkolün en büyük etkisi, sağlığı bozmasının yanında, aileleri ve arkadaGlıkları parçalaması,
hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır.

Haydi, Gerefinize!

 

 Yazın niçin açık renk giysiler giyiyoruz?

 

Yaz günleri, sıcak günlerde genellikle beyaz veya açık renkli giysiler giyeriz. Beyaz renk güneG
ıGığı içinde bulunan bütün ıGınları yansıtır yani bütün renklerin birleGimidir. Siyah renk ise tam
aksine bütün ıGınları emer. Siyah renk üzerinde hiçbir ıGın yansımaz, yani aslında siyah renk bir
renk değildir, renksizliktir.

Siyah renkli kumaGlar ıGığın hepsini tuttuklarından, beyaz kumaGlara göre tenimizi 5 derece daha
sıcak tutarlar. Peki öyleyse Sina çöllerindeki bedeviler niçin siyah renkte giysi giymeyi tercih
ediyorlar? Çünkü siyah renkli giysi, kumaG ile tenin arasındaki havayı ısıtıyor ama aynı anda bir
havalandırma mekanizmasının da çalıGmasını sağlıyor. Bu ısınan havanın yerini alan hava
bedevilerin serinlik hissi duymalarını sağlıyor.

Siyah giysiler güneGin tüm ıGınlarını tenimize geçirirler ama beraberlerinde enfraruj ıGınlarını da.
Bu nedenle çok güneGli bir günde açık renk giymek kesinlikle faydalıdır. Kapalı bir yerde ise
enfraruj ıGınları nüfuz edemeyeceği için siyah rengin ısıyı daha fazla iletmesi avantaj yaratabilir.
Belki de dıGa beyaz, içe siyah giymek, giysi, ten ve hava arasındaki ısı alıGveriGi için en ideal
kombinasyondur. Tabii kıGın da tam tersi.

KıGın üst üste giyinmenin asıl faydası iki giysi arasında hava tabakası oluGmasıdır. Bilindiği gibi
hava iyi bir izolatördür. Yani ısı iletkenliği iyi değildir. Bu Gekilde güneGin ıGığı tutulduğu gibi
vücuttan da ısı kaybı olmaz. Yani kıGın iki kat giyinildiğinde dıGtakinin siyah, içteki giysinin ise
beyaz renk olması gerçekten faydalıdır.

 


 Mum yanınca niçin geriye bir Gey kalmıyor?

 

Gerçi Gimdi elektrikler kesilince otomatik olarak devreye giren lambalar, hatta jeneratörler var
ama mum hayatımız boyunca evimizin demirbaGı olmuGtur. Onu o kadar hayatımızın olağan bir
parçası olarak algılamıGızdır ki, fitiline bir kibrit çaktığımızda onun nasıl yandığını, yandıkça katı
kısmının nereye gittiğini düGünmeyiz bile.

Taeihi çok eskiye uzanan mum ıGığının adeta büyülü bir gücü vardır. Gnsanda romantik duygular
uyandırdığı gibi, tüm dinlerde ruhani bir yeri vardır. Ayin ve adakların vageçilmez malzemesidir.
Mum tarihin ilk icatlarından biridir. Mısır'da ve Girit adasında milattan 3000 yıl önceden kalma
mumlar bulunmuGtur ama en yaygın kullanılıGı ortaçağda Avrupa'da olmuGtur. Tarihi bu kadar
eski olup da günümüzde de popülaritesini yitirmeyen ve çok yaygın olarak kullanılan baGka
hiçbir Gey yoktur.

Aslında mumun yapısı çok basittir ama yanma mekanizması o kadar basit değildir. Mumun
yapısında iki ana eleman vardır. Birincisi yakıt görevini gören, bir çeGit balmumu, ikincisi de
emici özelliği olan bir çeGit sicim, yani fitil, Fitilin emici özelliği çok önemlidir. Çünkü mumun
yanma sırrı burada gizlidir. Bu özellik gaz lambalarının fitillerinde de vardır ve onlar da aynı
prensiple çalıGırlar.

Elinize herjangi bir sicim alıp ucundan su dolu bir kaba daldırdığınızda suyun sicim tarafından
emildiğini ve suyun sicim boyunca yukarı çıktığını renginin koyulaGmasından anlayabilirsiniz.
GGte fitil de mumun üst kısmında alevden dolayı eriyen balmumunu emerek üst kısmına taGır ve
bu bölgede yanmanın devamını sağlar, yani burada asıl yanan ve ıGığı veren fitil değil
balmumunun kendisidir.

Parafin balmumları ham petrolden yapılır, yani koyu bir hidrokarbon olup iyi bir yanıcıdırlar.
Çakmağı çakıp fitili tutuGturunca, mumun en üst tabakasının da erimesine ve dolayısıyla
mekanizmanın çalıGmaya baGlamasına sebep olursunuz. Fitil, bu erimiG balmumunu yukarı aleve
doğru taGır, balmumu alevin sıcaklığında buharlaGır ve tutuGur. Yanan Gey aslında mumun katı
kısmı olduğundan mum tümüyle yanıp bittiğinde geriye pek bir Gey kalmaz.

Mum yapmada en çok arı balmumu, benzin üretiminde petrolden çıkan bir yan ürün olan parafin
veya bitkisel ve hayvansal yağlardan yapılan "stearin" kullanılır. Günümüzde en fazla kullanılan
mumlar bunların karıGımı ile elde ediliyor. Mumlar çekme yöntemi ile, dökülerek veya pres
edilerek yapılıyor. Her Gey tamamlandıktan sonra boya banyolarına sokulurlar ve en sonunda
parlaklık kazandırmak için soğuk suya daldırırlar.

 

 Vurgun yemek nasıl olur?

 

Gnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil, inci, mercan, sünger gibi Geyleri
çıkarıp, geçimlerini sağlamak için de dalmıGlardır.

Deniz seviyesinde hava basıncı 1 atmosferdir. Gnsan vücudunun solunum ve dolaGım sistemi bu
basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde, derine gittikçe, her 10 metrede basınç 1 atmosfer daha
artar. 30 metre derinliğe inildiğinde, akciğer kapasitesi dörtte birine düGer, kan basıncı artar,
vücut ısısı düGtüğünden kalbin atıG hızı artar, bilinç bulanıklığı baGlar. Bu nedenle yardımcı gereç
kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.

Ancak tüple dalıGında kendine özgü sorunları vardır. Derinde dıG basıncın yüksek olmasından
dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen, azot gibi gazlar, dokulara daha küçülmüG bir
hacimle dağılırlar.

Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa, basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleGir. Oksijen
dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz, ama özellikle azot gazı damarlarda süratle


genleGerek, damar tıkanıklığı, akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol
açar.

Bu Gekilde vurgun yiyenler, süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği
derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir baGka önlem de vurgun yiyeni, aynı
derinliğe tekrar indirmektir.

Vurgun yememek için yüzeye yavaG çıkılmalı, hatta belirli derinliklerde beklenmelidir. Gdeal
çıkıG hızı dakikada 20 metre olup, pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına "yüzeye gelen en
küçük hava kabarcığından daha hızlı çıkma" Geklinde öğretirler.

 

 Asansör düGerken zıplanılsa ne olur?

 

DüGünün ki, asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat, yani saniyede 18 metre hızla düGüyor. Siz de
son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir.
Yani siz yine de yaklaGık saniyede 13-14 metre hızla yere düGmeye devam ediyorsunuz.

GGter saniyede 18 metre, isterse 13 metre hızla yere düGün, sonuç fark etmez. Sizi yerden kazımak
zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın, asansörü tutan tek bir kablo değildir, en azından 5
veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek baGına asansörün ağırlığını taGıyabilir.

Diyelim ki, bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı, asansörü durduracak bir baGka fren donanımı
daha vardır. Hatta bazı asansör boGluklarında ilaveten yaylı veya yağlı, hayati tehlikeyi önleyecek
özel sistemler de bulunur.

Bu sistemlerin hiçbiri çalıGmazsa yine de iyimser olmaya çalıGın, hiç olmazsa hayatınızda bir
kere, hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiG oluyorsunuz.

 

 Boks ringleri niçin dört köGedir?

 

Bilindiği gibi, "ring" kelimesi, Gnglizce'de daire, halka anlamındadır. Parmağa takılan yüzüğe bile
bu nedenle "ring" denilir.

Aslında geçmiGte profesyonel boksta, boksörler grup halinde, kasabadan, kasabaya dolaGır,
oradaki yerli boksörlerle maç yaparlardı.

Boks yapılacak alana seyirciler daire Geklinde yerleGtirilir, en önde oturanlara alanı çevreleyen ip
tutturularak, baGkalarının boks yapılacak yere girmeleri önerilirdi. Ayrıca sahnedekiboksöre
meydan okuyan biri kafasını bu ipe çarparak dövüGmek istediğini belirtirdi.

Seyirci miktarı artınca bu usulü ugulamak zorlaGtı. Yere dikilen kazıklara ip bağlanarak boks yeri
belirlenmeye baGlandı. Tabii ki bu iG için en uygun Gekil kare idi.

Boks yapılan yerlerin dünyanın her yanında kare olmasına rağmen "ring" diye adlandırılmasının
hikayesi iGte bu!

 

 Atletler niçin saat yönünün aksine koGuyor?

 

Sağ elini kullanan insanlar, ayakla yapılan hareketlerde de, sağ bacaklarını öncelikle kullanırlar.
Bu nedenle de sağ bacakları daha güçlüdür.

Sola kavis çizerek koGtuklarında, sağ ayak dıGarıda kalır. Özellikle kısa mesafe koGullarında,
pistin köGelerinde koGucular haifif içe meylederek koGtuları için sağ ayağa daha çok yük biner ve
koGucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru daha rahat koGar.

Gnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece %5'i, kadınların ise %3'ü solaktır.
Çoğunluğun rahatı düGünüldüğü için de atletler pistte saat yönünün aksi yönde koGarlar. Tabii bu
durumda ve özellikle 400 metre koGularında solakların Gansı biraz azalmıG oluyor.


 

 Gazeteler niçin enine düzgün yırtılamıyor?

 

Denerseniz göreceksiniz ki, bir gazete sayfasını yukarıdan aGağıya düzgün olarak yırtabilirsiniz.
Ancak sağdan sola yani enine yırttığınızda düzgün yırtamazsınız, muhakkak zikzaklar ouGur.

Gazete kağıdının ana maddesinin ağaç olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir gazete kağıdında ağacın
lifleri yukarıdan aGağıya olacak Gekilde gelir.

GGte bu sebeple bir gazete sayfasını düGey olarak yırtarsanız, yırtık, liflerin yolunu takip ederek
düzgün bir Gekilde aGağıya kadar iner. Enine yırtıldığında, her life rastlayıGında yırtılma zikzak
çizer.

Peki lifler niçin düGey doğrultuda? Bunun nedeni kağıdın üretiliG biçiminde yatıyor. Bu lifler çok
az su içeriyor ve üretim bandında, bandın hareketi boyunca yayılıyor. Üretim bandı sonunda su
kuruyor ama, lifler kağıtta uzunlamasına yer alıyor.

 

 Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?

 

Gster inanın, ister inanmayın gösterilerde kılıcı yutanların yaptıkları numara sahte değildir.
Gerçekten kılıcı yutarlar. Ana problem gırlak adelelerini rahatlatmayı öğrenmek, böylece
yutkunmaya mani olmaktır. Bu özellik haftalar boyu süren egzersizlerle kazanılabilir. Kılıcın
boğazı kesme ihtimali yoktur, çünkü her iki tarafı da keskin değildir, yani kördür. Kılıcın ucu
sivri gibi görünür ama midenizin tabanına ulaGamayacak boyda bir kılıç seçerseniz bu da problem
yaratmaz.

Kılıç ve alev yutmanın büyük ustalarından Dan Mannix, bu konuda 1951 yılında bir kitap bile
yazmıGtır. Mannix bu iGi baGarabilmek için haftalar boyunca, günde en az bir saat, kesme ihtimali
olmayan bir kılıç ile çalıGtığını söylüyor. Birinci problem yutkunma refleksinden çıkmıG. Yine
haftalarca öğle yameği yemeyerek, kılıç boğazdan girerken boğazın büzüGmesi problemini
halletmiG. Sonunda bir gün kılıcı sokarken boğazı gevGeyebilir hale gelmiG.

Mannix iGin en zor yanını geçtiğini zannederken esas zorlukla Adem Elma'sı denilen yerin
arkasında karGılaGmıG. Oradaki kıvrımıda geçmeyi baGardıktan sonra, kaburga kemiklerine de
dikkat ederek, kılıcı kabzasına kadar yutabilme yeteneğini kazanmıG.

Kılıç yutmayı evde kendi kendine öğrenmeye kalkıGmak son derece tehlikelidir. Hele bu
numarayı yaparken konuGmayı profesyoneller düGünemezler bile. Yutmadan önce ve sonra kılıcın
steril hale getirilmesi de çok önemli bir husustur.

Çok az da olsa katlanabilir kılıçları kullanan bazı hilebazlar ortaya çıkınca, Mannix kılıcı
gerçekten yuttuğunu ispatlayacak baGka numaralara geçmiG. Özel olarak imal edilmiG, çok ince
kalınlıktaki, elektrik bağlantıları sadece bir tarafında bulunan, "U" Geklindeki bir neon tübü
yutmuG. Elektrik verilip nepn lamba yanınca , ıGık vücudunun dıGından da görülmüG. Böylece tip
Geyleri gerçekten yuttuğunu ispatlamıG.

Mannix ve asistanları iGi öyle geliGtirmiGler ki, kızgın, kızarmıG kılıçları yutma numaraları bile
yapmıGlar. Tabii önce asbest bir kılıç kınını yutarak.

 

 Sabun kiri nasıl gideriyor?

 

Aslında sabun bir antiseptik, yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri üzerinde, ölü deri
hücreleri, kurumuG ter, çeGitli bakteriler, yağlı ifrazatlar ve toz vardır. Sabunun özelliği, mekanik
olarak derimizin üzerinden bunların alınmasını sağlamasıdır.

Suyu ve yağı(ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine hiç karıGmazlar aksine su ve


yağ molekülleri arasında birbirlerini iten bir güç vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda
derimizin, üzerindeki yağ tabakası, suyun derimize temasına mani olur, onu dağıtır ve tam anlamı
ile temizlik sağlanamaz. GGte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir.

Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da 4000 yıl evvel Hititlerin
yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini temizledikleri bilinmektedir. Sabun, tarihinin her
döneminde ucuz ve kolay bulunabilen malzemelerden yapılmıGtır.

Romalılar sabun yapabilmek için, kireç taGını ısıtarak kiraç elde etmiG, bu ıslak kireci sıcak ağaç
külleri üzerine püskürtüp sonrada karıGtırmıGlardır. OluGan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana
dökerek keçi yağı ile saatlerce karıGtırarak kaynatmıGlardır. Kirli kahverengi kalın bir tabaka
oluGunca, soğumaya bırakmıGlardır. Soğuma sonucu sertleGen tabakayı parçalara bölerek sabun
olark kullanmıGlardır.

GGte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeGit yağın karıGımıdır. Günümüzde
alkali olarak kireç yerine genellikle kostik soda kullanılıyor. Keçi yağı yerine de sığır, ve koyun
yağlarından elde edilen don yağları, hurma, pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar
kullanılıyor.

Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini taGır. Yani bir taraftan
yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun moleküllerinin bir ucu yağı, diğer ucu da bir alkali
olan suyu çeker. Ellerimizi ovuGturduğumuzda yağ ve kirler, dolayısıyla içindeki bakteriler
parçalanır. Sabun molekülleri bu yağlı kirleri sararlar suyla birleGtirirler ve artık çözünemez hale
getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaGır giderler. Ellerin kurulanması ile de bakterilerin çok
sevdiği nemli ortam ortadan kalkmıG olur.

Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun, bazı katkı maddeleri, boyalar, parfümler,
deodoranlar, bakteri giderici maddeler, kremler, losyonlar ve raklamlarda söylenilen diğer
maddeler eklenmiG hali ile karGılaGıyoruz. gampuan, diG macunu, tıraG kremi ve kozmetikler,
sabunun sodyumun değiGik bileGikleri ile yapılmıG diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine
potasyum kullanılırsa, daha yumuGak olan sıvı sabun elde edilir.

 

 Bir köpek yaGı niçin yedi insan yaGına eGittir?

Evlerinde köpek bulunduranlar, köpelkerinin yaGlarını insan yaGlarıyla karGılaGtırabilmek için, her
köpek yaGının yedi insan yaGına eGit olduğunu varsayarlar. Peki bu doğru mudur?

Tam olarak değil...

Bu konuda üretilen çeGitli formüller var ama en basit ve akla yatkın olanı Gu:

Köpeğin birinci yaGı= 21 insan yaGı

Köpeğin sonraki her yaGı:4 insan yaGı

Buna göre 7 yaGında bir köpeğiniz varsa insan ömrüne göre;

21+(6*4)=45 yaGındadır.

Bu hesaba devam edersek 10 yaGındaki bir köpeğin yaGı, insanın 57 yaGına eGtir. 15 yaGındaki bir
köpek ise 77 yaGındaki bir insanla aynı yaGtadır.

Bu hesap Gekli akla uygundur. Bir köpek yaGı yedi insan yaGına eGittir düGüncesi seksüel
olgunluğa eriGmiG bir yaGındaki köpekle 7 yaGındaki bir çocuk arasında farkı düGününce anlamsız
kalıyor.

 

 Neden Tuzlanır?

 

 Yiyeceği tuzlamak insanlık tarihinde bilinen en eski koruma metodur. Arkeolojik kazılarda bu
usulün taG devrinde bile bilindiğine dair bulgular edilmiG, hatta Çin'de M.Ö. 2000 yıllarına kadar
dayanan kayıtlar bulunmuGtur. Romalılar eti, zeytini, karidesi, balığı, ve peyniri tuzlayarak


saklıyorlardı. Eski Mısır'da ölülerin vücutları bozulmamaları için tuzla kaplanıyordu.

 

Tuz suyu çok seven bir kimyasaldır. Yiyecekti suyu emerek, bakterilerin geliGmek için muhtaç
oldukları nemli ortamı ortadan kaldırır, ve bakterilerin yiyeceği bozmalarıı önler. Tuz aynı
zamanda bu bakterileri de kendisi doğrudan öldürür. Günümüzde eti muhafaza etmek için, tuza
kuvvetli bir bakteri düGmanı olan "potasyum nitrat" da eklenmektedir.

 

Aslında tuzlama bir tür piGirmedir. Et ve balığı tuzladığımızda aynen onları piGirmiGiz gib bir
kimyasal reaksiyon oluGur (lakerdayı hatırlayın). Tuzlanan ette proteinler gevGer, çözünür ki bu et
ısıtıldığında olan olay ile aynıdır.

 

 "Aptal Puma Sendromu" Nedir?

Pumayı bilirsiniz. Hani vahGi kedilerin uzak atalarından. YaklaGık iki metre uzunluğundaki
benekli yırtıcı.

 

Birçok özelliği ile ünlüdür bu ormanların harika kedisi. Ama en çok ta hızlı ve kıvrak koGusu ile
tanınır. Avının peGinedüGtüğü andan itibaren giderek hızlanan ve vücudunun tüm eklem ve
kaslarını ortaya koyan hareketlerini seyretmek bir zevktir. Bu ölüm koGusu bazen pumanın ,
bazen ise hayatı için koGan kurbanın zaferi ile sonuçlanır.

 

Peki bir puma avının peGinden ne kadar koGar? GGte ormanların vahGi avcısını uygarlıkların
kurucusu insan'a örnek yapacak olanda pumanın bu özelliğidir. Puma avının peGinden sürdürdüğü
"ölüm koGusunu" her zaman avının cüssesine göre ayarlar. Yani bir ceylan ele geçirmek için
koGtuğu süre ile, bir tavGanın peGinden geçirdiği süre asla aynı değildir. Çünkü puma akıllı bir
hayvandır ve koGarken harcadığı enerji miktarı, avdan elde edeceği potansiyel enerji miktarını
aGtığı anda puma koGmaktan vazgeçer. Yenilgiyi kabul edip baGka av arar. Bu nedenle ceylanın
peGinden fazla, tavGanın peGinden çok daha az koGar.

 

GGte "aptal puma sendromu" bunun tersini yapan insanların ruh halini ifade etmek için, yani bir
tavGanın peGinden yıllarca koGan , sonra da yakaladığı avı bir öğünde bitiren akılsızlar için
kullanılır. BaGarının sırrı pumalıktan, yani harcanan emek, ulaGılan sonuç iliGkisindeki dengeyi iyi
saptamaktan geçiyor.

 

 

 

 

 

 Niçin tespih çekiyoruz?

 

Boncuk, kemik, taG gibi küçük parçaların bir ipe dizilmesi insanlık tarihi kadar eskidir. Glk
insanlar avladıkları avın parçalarını ip benzeri Geylere dizer, bir sonraki avda baGarı getirmesi için
üzerlerine takarlardı. Daha sonraları bu ip takılar kötülüklerden ve düGmanlardan koruması için
savaGlarda da takılmaya baGlandı. Bugün bile bazı taGların özel uğurlar getirdiklerine inananlar
vardır.

Boncukların dini amaçla ve duaları saymada kullanılmasına ilk olarak Hindistan'da, Hindu
inanıGında rastlanıyor. Tespihin ataları Hindistan'dan doğuya, sonra Ortadoğu'ya, en sonunda da
Avrupa'ya yayılıyor. Tespihin kullanıG amacı Müslümanlık, Hristiyanlık (Katolik), Hinduizm ve


Budizm'de aynı olup hepsinde de duaları ve dualar arası bölümleri saymada kullanılır.

Tespihin Gslam dünyasında ne zamandan beri kullanıldığı kesin olarak belli değildir. Hz.
Muhammed'in tespih taGıdığına dair bir kayıt yoktur. Hatta belki Osman Gazi, belki de Fatih
Sultan Mehmet de tespih kullanmadılar. ArGivlerde tespih ile ilgili bilgilere ancak 16. yüzyılın
sonlarına doğru rastlanmaktadır.

Ne var ki, Hz. Muhammed zamanında namaz ve dua sırasında hurma çekirdeği veya çakıl taGı
kullanıldığı bazı hadislerden anlaGılmaktadır. Gslam'da Peygamber'in namaz kılarken sünneti olan
'Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber' kelimelerini 33'er defa tekrarlamanın hangi tarihte
baGlayıp, yayıldığı da bilinmiyor.

Yüce Yaratıcı'ya 99 ayrı isim veren Gslami anlayıG, onu anarken her isim için bir iGaret olmak
üzere ipe dizdiği bu 99 taneli Geye de 'tespih' adını vermiGtir. ÇeGitli malzemelerden yapılan
tespihteki tane sayısı 33, 99, 500 veya 1000 olabilir.

500 veya 1000'lik tespihler daha ziyade tekkeler ve dergahlarda zikr için kullanılırlardı. Tekke
Geyhleri, hastaları veya bir muradı olanları, iyileGmeleri veya muratlarının olması için bu
tespihlerin içinden geçirirlerdi.

Tespih çekmek, tespih tanelerini birer birer iGaret parmağı ile baG parmak arasından geçirmektir.
Ancak günümüzde tespihi bir oyuncak veya el alıGkanlığı olarak kullananlara, sallayarak veya
çeGitli figürler meydana getirerek dolaGanlara, hatta tuttukları futbol takımının renklerine göre
yapılmıG tespihleri çekenlere sıkça rastlanmaktadır.

Aslında tespih çekmek din adamlarına özgü bir davranıGmıG gibi algılanır ama halk arasında da
neredeyse bir alıGkanlık haline gelmiGtir. Tespih çekmenin daha çok kırsal kesimlerde yaygın
olmasının nedeninin tespihin boG elleri meGgul edebilmeözelliği olduğu ileri sürülüyor. Sıcak
ayları tarımsal çalıGma ile geçiren, sürekli ellerini kullanmaya alıGmıG kiGilerin kıG aylarında bu
boGluğu tespihle doldurduklarına inanılıyor.

Günümüz biliminin tespih çekme alıGkanlığına bakıG açısı biraz değiGik. Bilim insaları,
beynimizin, çalıGma yaGamının güçlükleriyle, sorunlar, endiGeler ve korkularla sürekli basklı
altında tutulduğunu, bunun sonucunda sinir hücrelerinin aGırı yorulup yıprandığını ve beynimizn
rahatlamak, onu özgür bırakmak, dikkatimizi baGka tarafa yöneltmek için tespih çekmenin çok
etkili ve faydalı olduğunu söylüyorlar.

 

 

 

 1 Nisan Gakasının kökeni nedir?

 

Her ne kadar Roma Gmparatoru Julius Caesar (Sezar) milattan önce 46 yılında takvimin
baGlangıcını Ocak ayı olarak ilan ettiyse de, 16. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'da yeni yıl
geleneksel olarak, bahar aylarının baGlangıç tarihi olarak da kabul edilen, Mart ayının 25'inde
baGlardı.

1564 yılında Fransa Kralı IX. Charles, takvimi değiGtirerek yıl baGlangıcını Ocak ayının birinci
gününe aldı. O zamanki iletiGim Gartlarında bazı insanların bundan haberi olmadı, bazıları ise bu
kararı protesto etmek amacıyla eski adetlerine devam ettiler, 1 Nisan'da partiler düzenlediler,
birbirlerine hediyeler verdiler.

Diğerleri ise bunları Nisan aptalları olarak nitelendirip bu güne 'Bütün Aptalların Günü' adını
verdiler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler verdiler, yapılmayacak bir partiye davet ettiler,
gerçek olması mümkün olmayan haberler ürettiler.

Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup, Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alıGılınca, Fransızlar
l Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak görmeye baGladılar. Adeti gittikçe


süsleyerek, zenginleGtirerek ve yaygınlaGtırarak devam ettirdiler. Bu adetin Gngiltere'ye ulaGması
yaklaGık iki yüzyıl sürdü, oradan da Amerika'ya ve bütün dünyaya yayıldı.

l Nisan Gakalarının sembolünün 'Nisan Balığı' olmasının nedeni ise Mart ayının sonlarına doğru,
GüneG'in Balık Burcu'nu terk ediyor olmasıdır.

 

 

 

 Düğünlerde niçin pasta kesiliyor?

 

Günümüzde düğüne, evlenen çift tarafından bir pastanın kesilmesiyle baGlanılması vazgeçilmez
bir adet haline gelmiGtir. Pastanın kat kat yüksekliği biraz da sosyal statü olarak görüldüğünden
gelin ile damat, boylarını aGan bu pastaları, kılıç gibi uzun bir bıçak kullanarak ancak
kesebiliyorlar.

Buğday, tarih boyunca bereket, doğurganlık ve mutluluğun sembolü olduğundan baGlangıçta,
düğün törenlerinde, iyi temenniler gelinin baGına buğday dökülerek sunuluyordu. EvlenmemiG
veya evlenmeyi bekleyen genç kızlar, kısmetleri açılsın diye bu buğday duGunun kendilerinin de
baGlarına isabet etmesi için uğraGırlardı. Tıpkı günümüzde, gelinin elindeki buketten fırlattığı
çiçekleri aynı inanıGla yakalamaya çalıGan genç kızlar gibi.

Romalılar devrinin baGlangıcında aGçılar çok saygın bir meslek grubunu oluGturuyorlardı ve bu
aGçılar milattan yaklaGık 100 yıl önce adeti biraz değiGtirdiler. Bu buğdaylarla küçük, tatlı kekler
yaptılar. Kekler Güphesiz gelinin baGına atmak için değil, yemek içindi, ama bir Gey atmayı
alıGkanlık haline getirenler bu tatlı kekleri de gelinin baGına atmaya devam ettiler.

Daha sonraları bu adetin devamı olarak, düğüne getirilen keklerin bereket getirmesi için gelinin
baGı üstünde ufalanması, ardından da evlenen çiftin bu kek kırıntılarını birlikte yemesi gibi bir
adet baGladı. Zaman geçtikçe misafirler de evlerinden getirdikleri fındık, fıstık, kurutulmuG
meyveler ve bala bulanmıG bademlerle düğün törenine katkıda bulunmaya baGladılar.

Adet hızla Avrupa'nın batısına, oradan da Gngiltere'ye geçti, Gngiliz aGçılar kekleri bir çeGit biraya
batırıp kendilerine has düğün pastalarını yarattılar. Ortaçağın baGlarında ise bu adet bir süre
unutuldu. Gelinin baGına buğday ve pirinç dökülmesi tekrar moda oldu.

Ne zaman ki, dekoratif ve süslü bisküviler, yağlı çörekler ortaya çıktı, adet yine değiGti.
Misafirler bunları evlerinde yapıp düğüne getirmeye baGladılar. Gngiltere'de ise bu getirilenler üst
üste yığılmaya baGlandı. Yiyecek yığını ne kadar yüksekse o kadar iyi, o kadar çok bereket
habercisi idi. Evlenen çift bu yığının üzerinden birbirlerini öptükten sonra öncelik gelinde olmak
üzere yiyecek tepeciğinin yenilmesine baGlanıyordu.

Gngiliz ve Fransız aGçılar arasındaki yaratıcılık, en iyi, en dekoratif ve en lezzetli pastayı yapma
yarıGı süreci içinde düğün pastası adeti de yayıldıkça yayıldı, düğün törenlerinin olmazsa
olmazları arasına girdi.

 

 

 

 

 

 Doğum gününde pasta kesmek adeti nereden geliyor?

 

Düğünlerde pasta kesmek adetinin, yeni evlilere bereket, doğurganlık ve mutluluk dileklerinin
iletilmesinin zaman içinde geliGmiG bir Gekli olduğundan bahsetmiGtik. Doğum günlerinde pasta
kesmek adetinin ise tarihi kökeni ve amacı değiGiktir. Zaten tek kat olan Gekli ve üzerindeki


mumlar nedeniyle pasta görünüG olarak da düğün pastasından farklıdır.

Pasta sözcüğünü hep günümüzdeki anlamı ile kullanıyoruz. Aslında tarihi geliGimi içinde 'kek'
demek daha doğru olur. Doğum günü pastasının bilinen tarihi Helen uygarlıklarına kadar uzanır.
Bir kutlama amacı ile ortaya çıkması ise Ortaçağda Almanya'da olmuGtur. 13. yüzyılda
Almanya'da çocuklara gösterilen ilgi belki bugünkünden bile fazlaydı. Doğum günleri bir festival
Geklinde kutlanıyordu.

Doğum günü kutlaması sabaha karGı, Gafakta, gün ağarırken baGlıyordu. Üstü yanar mumlarla
süslenmiG pasta (kek) eve getirildiğinde çocuk uyandırılıyor, pastanın üstündeki mumların ise
yemek vakti gelene kadar devamlı değiGtirilerek sürekli yanar halde kalmaları sağlanıyordu.
Yemeğin baGında çocuk mumları üfleyerek söndürüyor ve Gölen baGlıyordu.

Pastanın üzerindeki mumların sayısı çocuğun yaGından bir fazla oluyordu. Bu bir fazla mum, bir
gün sönecek hayatın ıGığını simgeliyordu. Ayrıca çocuğa bir çok hediyeler getiriliyor, o gün
istediği, sevdiği yiyecekler hazırlanıyordu. Yani o zamanlarda doğum günü kutlamaları çocuklara
yönelikti.

Günümüzde her yaGtan insanın kutladığı doğum günü ve kesilen pasta iGte o zamanların bir
adetinin devamıdır. Doğum günü pastasının üstündeki mumları bir üfleyiGte söndürmek, bu arada
bir dilek tutmak, eğer dilek gerçekleGirse bunu kimseye söylememek adetleri de o günlerden
kalmadır

 

 

 

 

 

 Çinliler yiyeceklerini niçin çubuklarla yerler?

 

Aslında nedeni tam bilinmiyor. Bir görüGe göre, vakti zamanında Çin imparatorlarından biri
halkın ayaklanmasından korktuğundan, eritilip silah olarak tekrar kullanılabilecek metal olan her
Geyin toplanmasını emretmiG. Ellerindeki bıçak, kaGık ve benzeri Geyleri vermek zorunda kalan
Çinliler ne yapsınlar, çaresiz bambu kamıGlarından yapılmıG ince çubuklarla yemek yemeye
alıGmıGlar.

Akla daha yatkın gelen diğer bir görüGe göre ise çubukla yemek adeti Çinlilerin yiyeceklerini
küçük parçalara bölüp yeme alıGkanlıklarından ve buna bağlı olarak zaman içinde çok önemli bir
ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Yemek çubukları milattan bir yüzyıl önce doğmuG. Yemeği içindeki yağa atıp karıGtırarak
piGirmeye yarayan tava benzeri kaplar kullanılmadan önce yiyecekler odun ateGi üzerinde
piGiriliyormuG. Nüfus çoğaldıkça artan yiyecek ihtiyacından dolayı ormanlar kesilip tarlalar
açıldıkça bu sefer de odun, yani yakacak sıkıntısı baGlamıG.

Zamanla etleri ve sebzeleri çok küçük parçalara bölüp, yağ içinde karıGtırarak kızartmanın hem
süratli piGmeyi hem de odundan tasarrufu sağladığını görmüGler.

O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle, yemek masası kullanmak zenginlere mahsus bir lüks
olduğundan insanlar bir elleri ile yiyecek veya pirinç tabağını tutuyor, yemek yemek için de
sadece diğer ellerini kullanabiliyorlarmıG.

Çinlilerin yemeklerinin bol soslu olduğunu söylemeye gerek yok. Yerken çubukları kullanmak,
her Geyi tek elle yemek zorunda olan Çinlilerin bütün parmaklarının kirlenmesi sorununu
çözdüğü için hızla yayılmıG. O zamanlar çubukların çok azı ağaçtan, çoğunluğu fildiGi ve
kemiktenmiG.

gimdi artık ne metal ne de ağaç kıtlığı var. Zaten onların yerini sentetik malzemeler çoktan almıG


durumda. Ne var ki bırakın Çin'i, diğer ülkelerdeki bir çok insan bile bir Çin lokantası bulup,
çubuklarla yemeğe uğraGıp, Çin imparatorunun veya odun yokluğunun yarattığı eziyete seve seve
katlanıyorlar.

 

 

 

 YılbaGında çam ağacı süsleme adeti nereden geliyor?

 

YılbaGı günlerinde, evin bir köGesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu süslemek
adetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. Almanların 'cennet ağacı' adını verdikleri ve
Adem ile Havva'nın gizemli hikayesine dayanarak üzerini elmalarla donattıkları ağaç köknardı.

15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asılmaya
baGlanmıG, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmiGtir. Adet
Avrupa'ya yayılırken aynı zamanda göçmenler tarafından Amerika'ya da taGınmıGtır.

Aslında ağaçların ruhani törenlerde önemli bir sembol olarak yer alması adeti çok eskilere,
Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı zamanlardaki Mısır ve Çin
uygarlıklarına kadar uzanır. O devirlerde doğanın yeGilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın
sembolleriydiler.

Benzer Gekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde de yine Hıristiyanlıktan çok daha önceki zamanlarda
ağaçlar ruhani bakımdan kutsal kabul ediliyorlardı. Kuzey Avrupa'da kıG aylarında sadece bir kaç
saat süren gündüzler 21 Aralık'tan itibaren uzamaya baGlarlar. Uzun karanlık günlerin bittiğinin,
gittikçe daha aydınlık günlerin geleceğinin müjdesi olan Aralık ayının bu günleri de törenlerle
karGılanırdı.

Bu adet Avrupa'da güneye indikçe değiGerek yayıldı. Romalılar zamanında takvimin
baGlangıcının, dünyanın yaratıldığı ay olduğuna inanılan ve tabiatın canlanmasının müjdecisi olan
Mart ayından Ocak ayına kaydırılması ile kutlanacak tarihler konusunda kafalar iyice karıGtı.

Zamanla Kuzey Avrupa ülkelerinin 'karanlığın bitiGi' ayin ve kutlamaları, Hıristiyan dünyasınca
Hz. Gsa'nın doğum günü kabul edilerek -ki bu kesin değildir- Noel kutlamalarına dönüGtürüldü.

Bu arada ağaçlar, özellikle çam ağaçları bu kutlamanın simgesi olmaya devam ettiler. Her ne
kadar yılbaGı günlerinde bir çam ağacının süslenmesi tüm dünyada adet olduysa da bu günün dini
bakımdan bir özelliği yoktur. Dünyanın GüneG etrafındaki bir turunu tamamladığı coğrafi bir
konumdur.

Uygarlık ve teknolojinin ilerlemesi ile çam ağacı üzerindeki mumların yerlerini yanıp sönen
minik renkli ampuller, elma, ekmek ve bisküvinin yerini rengarenk süsler aldı. Günümüz insanı
ağaçlara tapmamasına rağmen onların kıymetini daha iyi biliyor. Bir kaç günlük eğlence için çam
ağaçlarını kesmiyor, plastik taklitlerini kullanıyor.

 

 

 

 Dünyanın en çok söylenen Garkısı hangisidir?

 

Dünyada Gimdiye kadar en çok söylenmiG, halen de söylenmekte olan Garkı hangisidir diye
sorulsa hemen akla gelmeyebilir. Bu Garkı herkes tarafından çok tanıdık, müziği ezbere bilinen
bir Garkıdır. 'Gyi ki doğdun -isim-' veya 'mutlu yıllar sana' Geklinde söylenen doğum günü Garkısı.

Bu Garkı yaratılırken doğum günlerinde söyleneceği kimsenin aklına gelmemiGti. 1893'de
ABD'de, Kentucky'de öğretmen iki kız kardeGin, öğrencilerinin sabahları söylemeleri için
besteledikleri bu Garkının orijinal adı da 'Good Morning to All' yani 'Herkese Günaydın' idi.


KardeGlerden Garkının müziğini yapan Mildred HGll aynı zamanda kiliselerde org, konserlerde
piyano çalıyordu. garkının sözlerini ise Mildred'in dokuz yaG küçük kız kardeGi Patty yazmıGtı.
Mildred 1916'da 57 yaGında öldükten birkaç yıl sonra bestelediği Garkı 'Happy Birthday' (Mutlu
doğum günü) adı altında söylenmeye baGlanacaktı.

Hill kardeGler Garkının telif haklarını 1893 yılında almıGlardı. Ancak Robert Coleman isimli biri,
Garkının bestesini kullanarak sözlerini 'Happy birthday to you' olarak değiGtirdi. garkı zaman
içinde o kadar yayıldı ki bestecileri bile unutuldu.

Ne zaman Garkı doğum günü formatında Broadway'de, bir müzikalde kullanılmaya baGlandı, o
güne kadar sesi çıkmayan üçüncü kardeG Jessica mahkemeye baGvurdu. Bestenin gerçekten
kendilerine ait olduğunu ispat etti ve Garkının tüm haklarına ailesinin sahip olmasını sağladı.
Bundan böyle Garkının ticari amaçla kullanıldığı her yerde Hill ailesine telif hakkı ödenmesi
gerekecekti.

Bu haber tüm dünyayı Gok etti. Telefonla yarım milyon insana doğum günlerinde melodiyi
dinleten tanıtım ve pazarlama Girketleri bundan vazgeçtiler, müzikaller bu parçayı ya
repertuarlarından çıkarttılar ya da Garkı Geklinde değil de düz okuma veya Giir Geklinde söylettiler.

Onlar telif hakkı ödememek için yollar ararken Dr. Patty Hill, 78 yaGında, uzun bir hastalıktan
sonra ama Garkısının dünya çapında bir doğum günü adeti olduğunu gördükten sonra öldü.

Günümüzde bu Garkının telif hakkı Warner/Chappel Müzik girketi'ne geçmiGtir. Ticari amaçla
kullanıldığı her yerde Girkete ödeme yapma zorunluluğu vardır. Bu miktarın yılda l milyon dolara
yakın olduğu tahmin edilmektedir. Doğum günü kutlayacakların bilgilerine sunulur.

 

 

 

 

 

 Ne zamandan beri çatal ve kasık kullanıyoruz?

 

Avrupa'da Rönesans baGlangıcına, diğer bir deyiGle insanların titizliğin ve temizliğin farkına
varmalarına kadar, bütün bir tarih boyunca yemek yerken eller kullanıldı. Tabii bunun da bir
adabı vardı. Yemek yerken kullanılan parmak sayısı o kiGinin statüsünü gösteriyordu. Normal
insanlar beG parmaklarını kullanırlarken asiller üç parmaklarını -yüzük parmağı kesinlikle
kullanılmadan- kullanıyorlardı.

Aslında Latince çatal anlamına gelen kelime, çiftçilerin hasadı havaya atıp savurmada
kullandıkları dev çatalların isminden türemiGtir. Bunların çok küçükleri Türkiye'de Çatal
Höyük'de yapılan kazılarda bulunmuG ama ne iGe yaradıkları, milattan 400 yıl öncesinde
sofralarda yemek yemede kullanılıp kullanılmadıkları tam anlaGılamamıGtır.

Çatal konusunda kesin bilinen bir Gey, ilk defa 11. yüzyılda Toskana'da (Gtalya) ortaya çıktığıdır.
Gki uçlu olan bu çatallara insanlar 'Tanrının bahGettiği yiyecek yine Tanrının verdiği parmaklarla
yenilebilir' diye Giddetle karGı çıktılar.

Gnsanların yüzyıllar boyu süren, yemek yerken çatal kullanmaya karGı direnme gibi tavırların
tarihte örneği azdır. 17. Yüzyıla kadar süren bu direnmenin bir baGka cephesi daha vardı.
Yiyeceği bıçakla tutup, ısırarak yemeye alıGmıG erkekler çatal kullanmayı kadınsı bir davranıG
olarak görüyorlardı.

Bu arada Fransız ihtilalinin biraz öncesinde Fransa'da yavaG yavaG dört uçlu çatallar kullanılmaya
baGlandı. Zamanla çatal kullanmak lüks, asalet ve statü göstergesi oldu. Çatalla birlikte sofralarda
her insan için ayrı tabak ve bardak kullanmak adeti de geliGti, toplumun tüm sınıflarına ve
giderek dünyanın diğer yerlerine de yayıldı.


KaGığın kullanılmaya baGlanması ise tarih kadar eskidir. Gnsanlar, çatala karGı gösterdikleri
direnci kaGığa göstermemiGlerdir. Bu, Güphesiz sıvı bir Gey içmek için eli kullanmanın iyi bir
alternatif olmamasından kaynaklanmıGtır.

En eski zamanlara ait kazılarda bile, taG, kemik, ağaç veya madenden yapılmıG kaGık veya benzeri
Geylere rastlanmaktadır. KaGıktaki en önemli geliGmeler sapının Geklinde olmuGtur.

 

 Yemek yerken çatal niçin sol elde tutuluyor?

 

Resmi yemeklerdeki en sıkıcı durumlardan biri de budur. Sağ ellerini kullanan insanlar için sol
elle çatala hükmetmeye çalıGmak sıkıntı verir. Hele etin yanında, aynı tabakta pilav da varsa, sol
eldeki çatalla pirinç tanelerini düGürmeden ağza ulaGtırmak gerçekten alıGkanlık ister. Bereket
çorba kaGığı için böyle bir kural yok da sıcak çorbayı üstümüze baGımıza dökmeden içebiliyoruz.

Çatal - bıçak ile yeme adabımızı, kökeni saray ve asil sınıfına dayanan Avrupa kültüründen
almıGızdır. Her zaman rahat hareket etmeyi seven Amerikalılar ise bu görgü kuralına pek
uymazlar. Eti sağ ellerindeki bıçakla kesip, ellerindeki çatal ile bıçağı takas ettikten sonra sağ
ellerine aldıkları çatalla yerler.

Yemekte eti kestikten sonra bıçağı masaya bırakarak çatalı soldan sağa alıp eti ağza götürmek,
sonra çatalı sola, bıçağı tekrar sağ ele almak ve bu hareketi yemek boyunca tekrarlamak yemek
yeme hızını düGürür. Yemeği yavaG yemek bazı toplumlarda yemeğe saygı ifadesi olarak
görülürken, bazı toplumlarda ise bu davranıG yemek adabı bakımından saygısızlık olarak
karGılanır.

Bir görüGe göre Amerikalıların çatalı tutuG Gekillerinin ardında rahatlık değil alıGkanlık yatıyor.
1700'lü yılların ortalarına kadar Amerika çatalsız bir toplumdu. Gnsanlar yemek yerken sadece
bıçak ve kaGık kullanıyorlardı. KaGık kesilen eti tutmaya yararken bıçak hem kesmeye hem de
batırıp ağza götürmeye yarıyordu. Daha sonraları sofralardaki bıçakların uçları yuvarlaklaGtı. Eti
kestikten sonra kaGığı sağ ele alıp eti ağza götürmek alıGkanlığı baGladı. Çatal kullanılmaya
baGlanınca da aynı alıGkanlık devam etti.

Avrupalılar ise aradaki bu kaGık kademesini hiç yaGamadılar. Yemeği ağza götürmek bakımından
doğrudan bıçaktan çatala geçtiler. Yemeğin temposunu düGürmek gibi bir görgü kuralları yoktu.
Sağ elini kullanan bir insan için bıçağı sol elle ileri geri hareket ettirip eti kesmek zordu ama sol
elle çatalı ete batırıp ağza götürmeye alıGılabiliyordu. Asil sınıfının her zaman zorlayıcı ve
gösleriGe yönelik nezaket kuralları, çatal kullanımı halka yayılınca da devam etti.

Avrupa'da ve oradan yayılan kültürlerde, yemek süresince çatalın sol, bıçağın sağ elde tutulması
gelenek haline geldi. Avrupalılar çatalı ellerinde tutarlarken çatalın uçları yere bakar.
Amerikalılar ise çatalı sağ elde uçları yukarı bakacak Gekilde tutarlar.

Yemeklen sonra tatlı yenilirken çatalın sağ elde olması ise hiçbir kültürde görgüsüzlük anlamına
gelmiyor.

 

 

 

 Lodos insanı niçin hasta eder?

 

Çoğu insanlar sadece iki tür rüzgarın adını bilirler: Poyraz ve Lodos. Poyraz kuzeyden eser soğuk
getirir. Lodos ise güneyden eser, sıcak ve baG ağrısı getirir.

Aslında estikleri yönlere göre adlandırılan sekiz ana rüzgar vardır.

 

Kuzeyden

 

YILDIZ

 

 


 

Kuzeydoğudan

 

POYRAZ

 

 

 

Doğudan

 

GÜNDOĞUSU

 

 

 

Güneydoğudan

 

KEgGgLEME

 

 

 

Güneyden

 

KIBLE

 

 

 

Güneybatıdan

 

LODOS

 

 

 

Batıdan

 

GÜNBATISI

 

 

 

Kuzeybatıdan

 

KARAYEL

 

 

 

 

 

 Yani Lodos tam güneyden değil güneybatıdan eser. Gmbat, meltem gibi genellikle denizden
karaya esen yerel rüzgarlar ise yöreye göre özel adlar alırlar.

Belirli havalarla insanın ruhsal durumu ve anti-sosyal davranıGları arasında iliGki vardır. Genel
olarak ilkbaharla beraber va yaza doğru suçların arttığını istatistikler göstermektedir. Aslın da
havalar ısındıkça insanlar çevreleri ile daha ilgisiz ve enerjisiz olurlar ancak tarihte savaGlar,
ihtilaller ve halk ayaklanmalarının çoğu yılın bu bölümünde olmuGtur.

Rüzgarlar da iklim ve insan davranıGını etkileyici faktörlerden biridir. Rüzgar üzerinden geçtiği
bölgelerin iklimini de taGır. Bu iklimlerin rüzgarın estiği bölgedeki iklime göre farkı, rüzgarın
insan üzerindeki elkisini belirler. Örneğin kutup bölgeleri ve civarlarında iklimler çok az farklı
olduğu için rüzgar önemli bir rol oynamaz. Yurdumuz ve benzeri bölgelerde belirli yönden esen
rüzgarlar çoğu kez olağan iklimi, sıcaklık, nem ve basınç yapılarını aniden değiGtirdikleri için az
çok insan hayatını etkilerler.

Genellikle nemini bırakmıG olan kuru güney rüzgarları, özellikle güneGli havalarda iyice kızıGır ve
elektriklenirler. GGte Lodos adı verilen bu kaprisli güney rüzgarları insanlarda ruhsal sıkıntı
yaratır. BaG dönmesine, gece uykusuzluğuna, baG ve mide ağrılarının yanında huzursuzluk
duygularına da yol açar. Lodoslu günlerde trafik kazalarının, kalp krizlerinin, astım nöbetlerinin,
erken doğumların ve hatta intiharların sayılarının arttığı gözlemlenmiGtir.

Halk arasında, genellikle yağmur getirdiği için "Lodos'un gözü yaGlıdır" diye bir deyim vardır.
Gnsanların çoğu bir barometre gibi havaya ve yağmur öncesine duyarlıdırlar. Havanın
dönmesinden çok az önce gerginlik, ruhsal çöküntü ve sıkıntı belirtileri gösterirler.

Lodos'un insanlar üzerinde yarattığı etkilerin sebepleri ve Lodos rahatsızlıklarına ne gibi
önlemler alınabileceği konusunda çalıGmalar devam etmektedir. GGin ilginç yanlarından biri de,
Lodos etkisi altında bulunan bir bölgeye yerleGtirilenlerin ancak bir kaç yıl sonra rüzgarın
etkisinden rahatsız olmaya baGlamalarıdır.

Konu rüzgardan açılmıGken güncel bir tartıGmaya da değinmeden geçmeyelim. Rüzgar bir hava
akımıdır, yani hava olmazsa rüzgar da olmaz. Öyleyse Armstrong'un Ay'a ayak basar basmaz
diktiği bayrak nasıl dalgalanıp duruyor? Ay'da hava olmadığına göre hangi rüzgar bu bayrağı
sürekli dalgalandırıyor?

Ay'a gidildiğine inanmayanlar tarafından delil olarak ileri sürülen bu olay yolculuktan önce
düGünülmüG, bayrak direğinin üstüne çok ince yatay bir çubuk tutturulmuG ve bayrak yandan ve
üstten sabitlenmisti. Glk bakıGta bayrağın dalgalanıyormuG izlenimini veren bu durum fotoğrafa


dikkatlice bakınca fark edilebiliyordu.

 

 

 

 

 

 Gnsanlar niçin değiGik dillerde konuGuyorlar?

 

Dünyadaki 6 milyar kiGinin konuGtuğu 3000'den fazla dil vardır ama dünya nüfusunun yarısı bu
dillerden yalnızca 15'ini konuGmaktadır. En çok sayıda insanın konuGtuğu dil ise Çin'deki
Mandarin dilidir. Yazı dili bütün Çin'de aynı olmasına rağmen halkın yüzde 70'i Mandarin dilini
konuGur ve kuzeyde oturan bir kiGi güneydekinin konuGtuğunu anlamaz.

Afrika'da 1000'e yakın dil konuGulmaktadır fakat 1 milyondan çok kiGinin konuGtuğu dillerin
sayısı 30'u geçmez. Hindistan'da 800'den fazla dil konuGulmaktadır. Hatta bu kalabalık ülkede,
her 12 kilometre gittikçe lisanın değiGtiği söylenmekledir.

Genetik bilimi, insanlığın dünyanın belli bir noktasında, çok büyük bir olasılıkla Yakın Doğu'da
doğarak yayıldığı ve dünya üzerindeki iki toplum coğrafi olarak birbirinden ne kadar uzaksa
genetik yapılarının da o kadar farklı olduğu düGüncesini doğrulamaktadır. Örneğin Çin, Japon
gibi doğu milletleri genetik olarak birbirlerine, Avrupalılar ise Kuzey Afrikalılara,
Ortadoğululara ve Hintlilere daha yakındırlar.

Dünyanın bu genetik haritası ile konuGma lisanlarının yayılıGı paralellik gösterir. Teoriye göre
milattan Önce 7500 yıllarında tarımın baGlaması ve hayvancılığın geliGmesi ile birlikte Yakın
Doğu'dan Avrupa'ya, Kuzey Afrika'ya ve Hindistan'a büyük göçler olmuGtur. Bu büyük göç
dalgaları üç ana dil gurubunun oluGmasına yol açmıGlardır.

Diller arasındaki akrabalığa, bir baGka deyiGle dillerin tarihsel oluGumuna dayanan bu
sınıflandırmada, ortak bir kökenden kaynaklandıkları varsayılan diller aynı öbeğe konulmuGtur.
ÇeliGkili olmalarına ve tam tatminkar açıklaması yapılamamasına rağmen bu üç dil grubu
Gunlardır:

(1) Hint-Avrupa dilleri,

(2) Ural-Altay dilleri,

(3) Hami-Sami dilleri.

Türk dilleri Ural-Altay ailesinin Altay öbeğindedir. Büyük dil öbeklerinin dıGında
sınıflandırılmalarına rağmen Kore, Japon ve Eskimo dilleri de bu aileden gösterilir. Hami-Sami
dillerinin en belirgin örneği Arapça'dır. Çin-Tibet ve Kafkasya dilleri, Avustralya, Afrika ve
Amerika yerli dilleri bu ana sınıflandırmanın dıGmdadırlar.

Diller ayrıca dilbilgisi yapılarına göre de dört sınıfa ayrılır:

(1) Kelimelerin kısa kısa, ek almadan, cümle içindeki yerlerine göre anlam yüklendikleri diller
(Çin, Vietnam, vb.);

(2) Zaman, kiGi, olumsuzluk gibi tüm durumların fiilin köküne ek gelmesiyle türetilen diller
(Türkçe);

(3) Dilbilgisi bağlantılarının fiil kökünde değiGiklik yapılarak ifade edildiği diller (Hint-Avrupa,
Hami-Sami);

(4) Sözcüklerle ekler birleGtirilerek bir cümlenin tek sözcüğe dönüGtürüldüğü diller (Eskimo).
Örneğin Eskimo dilinde "takusariartorumagaluarnerpa" kelimesi "onun bununla uğraGmaya
gerçekten niyetli olduğunu sanıyor musunuz" anlamına gelir.

Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin, daha az kullanılanlara
göre az sayıda harfle yazılmaları, yani daha kısa olmalarıdır. Ayrıca hemen hemen bütün


lisanlarda vücudun kısımlarının ve organlarının isimlerinin bir çoğu kısa kelimelerle ifade edilir.
Türkçe'deki baG, bel, kaG, göz, kas, dil, diG, el, kol, saç, aya, ten, diz, kan, boy, bel, kıl, vb. gibi.

Lisanın zenginliğinde milletlerin yaGadığı ortamın ve kültürün etkisi vardır. Eskimo'lar ata,
sadece at demekle yetinirken Türklerde atın cinsine, yaGına, rengine göre değiGik isimleri vardır.
Ancak bizler de 'kar'a sadece kar derken Eskimo dilinde karın ve yağıGını tanımlayan 32 kelime
vardır.

Hayvanlara sesleniG bile dillere göre değiGir. Bir Gngiliz tavuğunu "bili-bili" diye çağırırsanız
anlamaz. Gngilizler tavuğu "çak-çak" (chuck), Finliler "fibi-fibu" diye çağırırlar ama hemen
hemen bütün dillerde tavuğu kovalama sesleri birbirlerine benzer; kıG-kıG, kuG-kuG, kG-kG,
kiG-kiG...

 

 

 

 

 

 Müzik notaları nasıl bulunmuGtur?

 

Müzikteki matematiksel gizemi keGfederek yazıya dökmenin ilk temeli Pisagor (Pythagoras,
M.Ö. 530-450) tarafından atılmıGtır. Biz kendisini okul sıralarından o meGhur dik üçgen teoremi
ile hatırlarız ama Pisagor günümüzde ulaGtığımız bilim seviyesinin babasıdır. O kendi devrine
kadar geliGmiG bütün çalıGmaları bir disiplin altında toplamıG, geometri, aritmetik, astronomi,
coğrafya, müzik ve tabiat bilgisi olarak ayrı ayrı bilim dalları yaratmıGtır.

Pisagor bilimi, bilim için düGünüyor, bilimin uygulamak onu ilgilendirmiyordu. Bu nedenle 'bilgi
seven' anlamındaki 'filozof' sözcüğünü ilk olarak o kullanmıGtır. Pisagor tüm evrenin sayılar ve
aralarındaki iliGkilere göre kurulduğuna inanıyordu.

Pisagor'un müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkanının önünden geçerken keGfettiği
rivayet edilir. Demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değiGik sesler çıkarması
Pisagor'un ilgisini çekmiG, dükkanı kapattırarak ustaya çeGitli aletler kullandırmıG, çıkan sesleri
incelemiG ve kayıtlar almıG.

Batı müziği 9. yüzyılın baGına kadar notalamadan habersizdi. Eserler kulak yoluyla kuGaktan
kuGağa aktarılıyor, bu arada değiGime uğruyor, zamanla unutulabiliyordu. 9. yüzyılın ikinci
yarısında ilk notalama sistemi ortaya çıktı.

Arezzo'lu Guido'nun (Gui d'Arezzo) notalama sisteminin seslerin yüksekliğini kesin olarak
belirtmeye baGlamasıyla büyük bir ilerleme kaydedildi. 11. yüzyılda notaların üzerine dizildiği
beG çizgiden oluGan "porte"nin kullanılmasıyla notaların yüksekliği (do, re, mi,....) ve süresi
(birlik, ikilik, dörtlük,....) kesin biçimde belirlenebilir hale geldi.

Aslında müziğin dört parametresi vardır: Yükseklik, süre, Giddet ve tını. Bunlardan ilk ikisi
zamanla genel kabul gören bir takım iGaretler sayesinde kağıt üzerine dökülebilmiG, Giddet ve tını
ise notanın yanında ek kelimelerle belirtilmiGler ve kısmen de yoruma açık bırakılmıGlardır.

ÇeGitli sesleri belirtmek ve bunların birbirlerine karıGmasını önlemek için sesleri temsil eden
notalara özel isimler verildi. Do, re, mi, fa, sol, la, si. Gngilizce'de ve Almanca'da ise notalar
harflerle gösterildi (C=do, D=re, E=mi, F=fa, G-sol, A=la, B=si-ing.-, H=si-alm.-).

Nota isimlerinden 'do'nun önceki ismi 'ut' idi. Sesli harfle baGlayan bu isim, notaları sırayla
söylerken tutukluk yaptırdığından 12. yüzyılda 'do' olarak değiGtirildi. Almanya ve bazı ülkelerde
'ut' hala kullanılır.

'Si' hariç diğer notaların isim babası Gui d'Arezzo'dur. Arezzo bu adları Aziz Iohannes Battista
ilahesindeki mısraların birinci hecelerinden alarak takmıGtır. Yedinci notanın adı uzun zaman 'B'


olarak kalmıG, sonradan 13. yüzyılda Sanete Iohannes kelimelerinin baG harflerinden meydana
gelen 'si' adını almıGtır.

Notalamanın keGfi ve geliGimi müzik pratiğine olağanüstü bir geliGme ortamı yaratmıGtır.
Notalama, icracıyı ezberden kurtararak hem müzik parçalarının uzamasına hem de çeGitli
dönemlere ve ülkelere ait notalanmıG eserlerin katılmasıyla repertuarın zenginleGmesine ve
çeGitlenmesine imkan vermiGtir. Nota sayesinde bir müzisyen bilmediği bir müzik parçasını icra
edebilmek için tek baGına yeterli bir hale gelmiGtir.

 

 

 

 Gün ve ay isimleri nereden geliyor?

 

Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler (yek, du, se, cihar, penç, Ges). gimdi de
yedi sayısını öğreniyoruz. Farsça yedi 'heft' dir (veya hefte). Yedi günlük 'hafta' ismi de buradan
alınmıGtır. Halen Türkçe'de kullandığımız gün isimlerinin kökenlerinin neler olduklarını biliyor
musunuz?

 

Cuma

 

Arapça

 

Toplama, toplanma

 

Cumartesi

 

Arapça

 

Ertesi - Türkçe

 

Pazar

 

Farsça

 

Ba - Yemek, zar -
yer

 

Pazartesi

 

Farsça

 

Ertesi - Türkçe

 

Salı

 

Gbranice

 

Üçüncü

 

ÇarGamba

 

Farsça

 

Cehar Genbe -
dördüncü gün

 

PerGembe

 

Farsça

 

Penç Genbe -
beGinci gün

 

 

 

 Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de karıGık. Hicri takvimdeki Arabi ay
isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine de gubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve
Eylül aylarının isimlerinin kökenleri Arapça ve Süryani-ce, Kasım ayının ise Arapça.

GGin daha ilginç yanı bunlardan gubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen aynı telaffuzla
Yahudi takviminde de yer alıyorlar. Gelin ayların isimleri ve kökenlerine bir göz atalım.

 

Ocak

 

Türkçe (KıGın
evlerde ateG yakılan
yer)

 

gubat

 

Süryanice

 

 

 


Mart

Latince (Mariîus –
mitolojik isim
Mars.tan)

 

Nisan

 

Süryanice

 

Mayıs

 

Latice (Tanrıça
Maria.nın ayı)

 

Haziran

 

Süryanice

 

Temmuz

 

Arapça / Süryanice

 

Ağustos

 

Latice (Roma
Gmparatoru
Augustus.un
adından)

 

Eylül

 

Süryanice

 

Ekim

 

Türkçe (Toprağı
ekmekten)

 

Kasım

 

Arapça (Bölen)

 

Aralık

 

Türkçe (Gki zaman
dilimi arası)

 

 

 

 

 Bir hafta niçin 7 gündür?

 

Bir gün GüneG'in doğduğu zamandan ertesi gün doğacağı zamana kadar geçen süredir. Bir ay ise
Ay'ın aynı evresinin gökyüzünde tekrar göründüğü zamana kadar geçen süredir. Çok eskilerde bu
zaman birimleri insanların hayatlarını organize edebilmeleri için yeterliydi.

Zamanla bir günden uzun, bir aydan da kısa bir zaman birimine ihtiyaç duyuldu. Babilliler 7
günlük haftayı zaman birimi olarak kullanmaya baGladılar. Sonraları Yunanlılar, Çinliler ve
Mısırlılar 10 günlük, Romalılar ise 8 günlük haftayı kullanmaya çalıGtılar.

Bir hafta olarak kabul edilen yedi günlük sürenin kaynağı tam olarak bilinmiyor. En kuvvetli tez
bu sürenin Ay'ın evrelerinden kaynaklandığına dayanır. Ay'ın dört evresinin (yeni ay, ilk dördün,
dolunay, son dördün) sürelerine en yakın olan tam gün sayısı yedidir.

Ancak bu doğal ve astronomik temelin yanı sıra astrolojik bir inanıGın da, ta Babilliler
zamanından itibaren, yedi günün bir hafta olarak seçilmesinde rol oynadığı ileri sürülüyor. Glk
çağlarda bilinen beG gezegen ile GüneG ve Ay'ın toplam sayısının yedi oluGu bu sayıya gizemli ve
uğurlu bir sayı olarak bakılmasına neden olmuGtur.

Daha sonraları dinlerde göklerin yedi kat oluGuna inanıG, müzikteki ana nota ve tabiattaki ana
renk sayılarının da yedi oluGu bu sayının gizemini iyice arttırmıGtır. Takvimde yedi günlük


haftanın resmiyet kazanması ise milattan sonra 327 yılında Roma Gmparatoru I. Constantinus'un
çıkardığı bir emirle olmuGtur.

Tevrat'ın yaratılıG (tekvin) anlayıGına göre Tanrı evreni 6 günde yaratmıG, yedinci günde de
(cumartesi) dinlenmiGtir. Hıristiyanlar haftayı Tevrat'taki Gekliyle kabul ettiler, yalnız Hz. Gsa'nın
diriliG hatırasına yedinci günü değil de birinci günü, yani pazarı 'Tanrı Günü' olarak kabul ettiler.

Gslam dininin doğuGundan sonra da yine yedi günlük hafta süresi benimsendi. Ancak Hz.
Muhamnıed'in müminleri mescitte toplayıp, namaz kıldığı, hutbede devlet ve günlük iGleriyle
ilgili açıklamalar yaptığı altıncı gün (cuma) dinlenme günü olarak kabul edildi. Türkiye
Cumhuriyeti'nde 27 Mayıs 1935 tarihinde yayımlanan bir kanunla tatil günü cumadan pazara
alındı.

1792 yılında Fransa takvim yapısını değiGtirerek 10 günü bir hafta kabul etti ama yürütemedi.
Rusya 1929'da 5 günlük hafta uygulamasına geçti, sonra bir haftayı 6 güne çıkardı ve sonunda
pes ederek 1940'da 7 günlük haftaya geri döndü.

 

 

 

 Satrançta gah niçin o kadar pasiftir?

 

Satranç oyununda gah koruma altındadır. O sanki bir köGede korkudan sinmiG bir Gekilde olanlara
bakan, titrek adımlarla birer birer ilerleyen, arada sırada 'hadi ne zaman rok yapacaksanız, yapın'
diye inleyen bir insan görünüGü verir. Halbuki vezir, satranç tahtasını oradan oraya dolaGarak,
atlayarak, zıplayarak, rakibi yıpratarak, son derecede etkin bir Gekilde hareket etmektedir.

Bu taGın bizdeki adı vezir (bakan gibi bir Gey) olduğu için bu hareketlilik normal görülebilir ama
Batı ülkelerinin bu taGa kraliçe anlamında 'queen' adını verdiklerini düGünürseniz ortaya tuhaf bir
durum çıkar. Hele satrancın tarihinin 7. yüzyıldan öncesine gittiği göz önüne alınırsa, o zamanlar
daima ordularının baGında savaGa giden krallara, Gahlara satrançta niçin böyle pasif bir rol
verilmiGtir, anlaGılmaz.

Satrancın ilk olarak 6. yüzyıl içinde Hindular tarafından oynanmaya baGlanıldığı, daha doğrusu
Hinduların 'chaturunga' (Gaturanga) isimli oyunundan geliGtiği ileri sürülüyor. 'Chaturunga'
sözcüğü Sanskritce'de 'dört kol', 'dört kollu ordu' veya 'dört silah' anlamına gelmektedir.

O zamanki Hint ordusu dört bölümden oluGuyordu. Filler, savaG arabaları, süvariler ve piyade.
Bugün bu dört kola, fil, kale, at ve piyon diyoruz. Avrupa savaGlarında fil kullanılmadığı için bu
taGa piskopos (bishop) adı verilmiGtir. Bizdeki at Arapçada süvari, Avrupa'da ise Gövalye olarak
adlandırılmıGtır. Yani medeniyetler satranç terimlerinde kendilerine göre bazı değiGiklikler
yapmıGlardır.

gaturanga Hindistan'dan önce Gran'a geçti ve geçerken ismi. 'Gatrang' oldu. Arap orduları onu
1000 yıl kadar önce, fethettikleri Gspanya üzerinden Avrupa'ya getirdiler. Araplar oyuna 'Gatranj'
veya 'al-Gah-mat' (Gah ölü) ismini verdiler. Ancak Gah oyunda hiçbir zaman ölmez, diğer taGlar
gibi oyun tahtasının dıGına çıkartılamaz. Vatanı olan karelerde kımıldayamaz hale gelince esir
düGer. Satranç ismi Türkçeye Arapçadan girmiGtir.

Glk oynanıG Geklinde bugünkü hareket kabiliyetindeki bir vezir veya kraliçe yoktu. Gerçi Gahın
yanında Araplar tarafından akıllı adam diye isimlendirilen bir taG vardı ama hareket imkanı çok
kısıtlıydı. Sadece bir kere o da çapraz olmak koGuluyla ilerleyebiliyordu.

Asırdan asıra, ülkeden ülkeye satranç oyunu gittikçe geliGti ve bazı değiGikliklere uğradı.
Avrupa'ya ulaGtığında vezirin ismi kraliçe oldu ama hareket imkanı hala kısıtlıydı. Bununla belki
o yıllarda Avrupa'da yaGayan güçlü kraliçelerin, krallarının daima yanında olup onları kollamaları
Geklinde sosyal bir bağlantı kurulabilir.


Bu Gekli ile satranç oyunu çok yavaG oynanabildiğinden oyunu süratlendirmek için kraliçe (vezir)
ve filin güçleri, yani hareket imkanları arttırıldı, etkinlik sahaları geniGletildi. Bir baGka kural
değiGikliği ile satranç tahtasının karGı kenarına varabilen bir piyonun kraliçe (vezir) olabilmesi
imkanı tanındı.

Bu, çok çağdaG ve demokratik bir değiGimdi. TaGların en güçsüzü ve alçak gönüîlüsü piyade,
iGlerinde sebat eder ve baGarı ile ilerlerse en güçlü taG olabiliyor, hatta karGı tarafın Gahını mat
ederek en son sözü söyleyebiliyordu. Avrupa'da gün geçtikçe geliGen demokrasi, yıkılan
krallıklar satranca da yansıyordu. gah artık örneği çok az kalmıG, güçsüz monarGik hükümdarlar
gibi köGesinden pek çıkamıyordu.

Gerçeği oyunda iken ikinci bir kraliçenin ortaya çıkması ise baGlangıçta oyuncuların kafasını
karıGtırdı ama hangi Gah bir yerine iki kraliçesinin olmasını istemez ki!

 

 

 

 Arabaların arka camları niçin tam açılamıyor?

 

Bilindiği gibi pek çok model binek arabalarda arka kapıların camları dibine kadar tam açılamaz.
YaklaGık üçte bir mesafeye gelince dururlar. Tabii bu sürücüler için bir problem değildir. Onlar
ön camları tam açıp püfür püfür giderler. Klimalı araç sayısı çoğalıp tüm camların kapalı
tutulması durumu ortaya çıkınca arka camların tam açılamaması konusu gündemden iyice
düGmüGtür.

Arabaların arka camlarının tam açılmamasının içeriye egzos gazı, böcek veya gürültü girmesiyle
ve arabanın emniyetiyle biri alakası yoktur. Arabaları dizayn eden mühendisler bunu
kullanıcıların çocuklarının arabadan sarkmamaları için tercih ettiklerini söylüyorlar. Hatta arka
camların açılmaması için arabaya kilit dahi koyuyorlar.

Gerçek ise farklıdır. Performansı en yüksek arabayı yapabilmek için katlanılması gereken bir
durumdur bu. Dikkat ederseniz orta ve küçük boy arabaların çoğunda arka tekerlekler arka
kapılara çok yakındır. Bu nedenle ön ve arka kapıların Gekilleri farklıdır. Ön kapıda camın dibine
kadar girmesi için yer varken arka kapılarda tekerleğin ve çamurluğunun konumlarından dolayı
alt kısım daraldığından yer yoktur. Bu, Gekilden dolayı zaten arka kapıdan inmek de daha zordur.
Cam, kapının düz devam eden kısmındaki yuvasına kadar inebilir, daha sonra gidebileceği bir yer
yoktur.

Peki arabalarımızın kapıları niçin arkadan öne doğru açılıyor? Bir sürücü olarak kapınızı hep sol
elle açtığınız dikkatinizi çekti mi? Kapı arkadan öne doğru açıldığından zaten sağ elle hiç
denemeyin sorun yaGarsınız. Arabaların ilk yapıldıkları zamanlarda kapıların menteGe ve kilit
sistemleri bugünkü kadar sağlam değildi. Ancak insanların çoğu sağ ellerini kullandıklarından
sürücü tarafındaki kapı önden arkaya açılır Gekilde yapılıyor, diğer kapı(lar)da da bu Gekle
uyuluyordu.

Bu durum hareket halinde iken aniden açılan kapının karGıdan gelen hava akımıyla
kapanamamasına hatta kopmasına yol

açabiliyordu. Bu nedenle kapıların arkadan öne doğru açılır Gekilde yapılmasına baGlandı. Artık
kilit kazara boGalsa bile karGıdan gelen hava akımı kapının açılmasına müsaade etmiyordu.

Konu arabalardan açılmıGken fabrikadan yeni çıkmıG arabalardaki güzel kokudan da söz edelim.
'Yeni araba kokusu' denilen ve insanların hoGuna giden bu koku tek bir koku olmayıp, birçok
kokunun birleGmesinden oluGan çok özel bir kokudur. Zamanla kaybolur ve arabaya asılan suni
koku yayıcılardan hiçbirinin kokusu onun yerini tutamaz.

Bu koku, boya ve boyadan önce kullanılan astar boya, konsolda, pencere ve kapılarda kullanılan


lastik ve plastik malzemelerin kokularının bir karıGımıdır. Bunlara yapıGtırıcıların, izolasyon
malzemelerinin, koltuklardaki kumaGın, deri parçalarının ve döGemelerde kullanılan vinilin
kokuları da karıGır. Ortaya çok özel ve taklidi imkansız bir koku çıkar.

 

 

 

 Filmlerde tekerlekler niçin ters döner?

 

Bunun için önce Gunu bilmemiz lazım. Filim kamerası ile fotoğraf makinesi arasında teknik
açıdan büyük bir fark yoktur. Fotoğraf makinesinde her deklanGöre basıGta film karesine bir
görüntü kaydedilir, film kamerasında ise akan film üzerinde saniyede 24 görüntü karesi
kaydedilir. Bunu aynı hızda perdeye yansıtırsanız gözümüz arka arkaya gelen karelerdeki küçük
farkları algılayamaz, devamlı ve hareketli bir görüntü olarak görür.

gimdi gelelim filmlerdeki tekerlekler meselesine. Kovboy filmlerindeki at arabalarının veya
trenlerin tekerlekleri aracın hareketi ile ileriye doğru dönmeye baGlar. Aracın hızı arttıkça perdede
görüntüdeki tekerleğin dönüG hızı gittikçe yavaGlar, bir an durma noktasına gelir ve sonra araç
ileri doğru gitmesine rağmen tekerlekler tersine dönmeye baGlarlar, daha doğrusu gözümüze öyle
görünürler.

Tekerlekleri saniyede 24 defa dönen ve hızla giden bir at arabasını düGünelim. Bunu saniyede 24
kare çeken bir kamera ile görüntülersek her kare tekerleğin aynı pozisyonunu aynı noktada
görüntüleyeceği için gözümüz tekerleği duruyormuG gibi algılar.

Tekerleklerin dönüG hızına bağlı olarak filmin her karesi tekerleğin tam tur atmamıG halini
görüntülerse bu sefer de tekerlekler geri dönüyormuG gibi görünürler. Gerek at arabaları ve
gerekse trenlerde tekerleğin merkezi ile çevresi arasında bağlayıcı elemanlar olduğundan bunların
pozisyonları ve sayıları daha değiGik dönüG hızlarında da benzer görüntüyü vererek gözü iyice
yanıltır. Bu tekerlekler düz daire Geklinde bir kapakla kapatılmıG olsalar bu görüntü yanılgısı
olmayabilir.

Sinema konusunda en çok merak edilenlerden biri de sessiz sinema zamanındaki eski filmlerde
insanların niçin hızlı hareket ettikleridir. Aslında bunun iki nedeni vardır. Birincisi ilk filmlerin
saniyede 16 görüntü geçecek Gekilde çekilmesidir. Bunlar günümüzün saniyede 24 görüntü veren
makinelerinde oynatıldığı zaman hareketler neredeyse yüzde elli hızlanmaktadır.

Diğer sebep ise eski filmlerin çoğunluğunu oluGturan komedilerin bu Gekilde gösterilmesinin
filmi daha gülünç kılmasıdır. Bu nedenle o zamanlarda, yani 1915 yılı civarında bile bazı komedi
filmleri düGük hızda çekilir, saniyede 16 görüntü hızıyla oynatılarak karakterlerin daha komik
görüntü vermeleri sağlanırdı. Günümüzdeki filmlerde bile bazen karakterler hızlı hareket
ettirilerek komedi, yavaG hareket ettirilerek romantizm veya daha fazla Giddet etkisi yaratma
yollarına baGvuruluyor.

 

 

 

 Gnsanlar ne zamandan beri ayakkabı giyiyor?

 

Ayak yere basarak vücudun tüm ağırlığını taGır. Gnsan gövdesinde en ağır görev ayaklara düGer.
YetiGmiG bir insanın vücudunda 206 kemik vardır, bunların neredeyse dörtte biri, 62 adedi ayak
ve bacaklarımızdadır. Vücut ağırlığını taGıyan ve hareketi sağlayan bu organın bakımı ayakkabı
ile baGlar.

Ayak kemikleri yere düz basmaz. Taban çukuru denilen içbükey bir kubbenin iki ucuna ve


kenarlarına basılır. Ayağın taban kısmının yapısı oldukça karıGıktır. Burada birçok kas, kiriG,
damar ve sinir yer almaktadır. Vücudumuzdaki kasların içinde en güçlüsü tabanlarımızda
bulunur. Gnsanın en hassas bölgelerinden biri olan bu bölgeyi korumak insan hayatı için çok
önemlidir.

Çoğu ayakkabı 'taban' adı verilen ve kullanıldıkça eskiyen kalın bir alt parça ile 'saya' adı verilen
ve ayağı saran daha ince bir üst parçadan oluGur. Ayakkabılar dünyada çok farklı iklimlerde
yaGayan insanların yaGam Gartlarına göre değiGiklik gösterdiği gibi tarih boyunca moda da
ayakkabıların Gekilleri üzerinde çok etkili olmuGtur.

Gerçi Gspanya'daki 12 - 15 bin yıl öncelerine ait mağara resimlerinde erkeklerde deri, kadınlarda
kürkten yapılmıG giysiler görülüyor ama dünyadaki en eski ayakkabı izine, kuruyan çamur içinde
sertleGip günümüze kadar kalmıG olarak Mezopotamya'da rastlanmıGtır.

Günümüzdeki anlamı ve Gekli ile ayakkabının ilk olarak sandalet Geklinde sıcak iklimli ülkelerde
ortaya çıktığı sanılıyor, ilk ayakkabılar ham deri, ayağın girebileceği Gekilde bir zarf haline
getirilerek yapılırdı. Bu ayakkabılar ayağın altını kızgın kumlardan, üstünü güneG ve sıcaktan
koruyorlardı.

Mısır sanat eserlerinde hükümdar ve tanrılar daima çıplak ayaklı olarak görülürler. Sandaletlerin
ise bu devirde sadece ev içinde giyildiği tahmin edilmektedir. Hititler bugün Anadolu'da çok az
da olsa hala kullanılan çarıklara benzer ayakkabılar giyerlerdi.

Ortaçağda kızı evlenen bir baba onun üzerindeki otoritesini evleneceği adama bir ayakkabı töreni
ile devrediyordu. Bugün bazı Batı ülkelerinde yeni evlenen çiftin arabalarının arkasına ayakkabı
bağlama adeti de o günlerden, kız babasının damadına kızının ayakkabılarından birini vererek,
artık onun himayesine girdiğini belirtmesi adetinden kalmadır.

Avrupa'da 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar sivri burunlu ayakkabılar moda oldu. Ortadoğu
bölgesinde ise ayağı kızgın kumlardan korumak amacı ile yüksekte tutabilmek için ayakkabılara
topuk ilave edildi. Avrupa'da 16. ve 17. yüzyıllarda bütün ayakkabıların topukları kırmızı renge
boyanıyordu.

Avrupa'da 18. yüzyıla kadar kadın ve erkek ayakkabıları farklı değildi. Yüksekliği 15
santimetreyi bulan topuklu ayakkabıları Avrupa'da o yıllarda sadece üst sınıfa mensup insanlar
(tabii iki kiGinin yardımıyla) giyebiliyordu.

19. yüzyıla gelene kadar tüm dünyada her iki ayak için de eG ayakkabılar kullanıldığını yani
ayakkabılarda sağ sol farkının olmadığını biliyor muydunuz? Sağ ve sol ayaklar için ayrı ayrı
ayakkabı üretimine ilk olarak ABD'de, Philadelphia'da baGlandı. Altı lastik ayakkabılar ise ilk
olarak 1916'da yine ABD'de yapıldı ve bunlara 'ket' (ked) adı verildi. Botlar ise ata binmenin
yaygın olduğu soğuk ve dağlık bölgeler ile sıcak ve kumlu çöllerde ortaya çıktılar. Kadınlar için
ilk bot 1840 yılında Kraliçe Victoria için dizayn edildi. Bağcıklı rahat yürüyüG ayakkabısı ise
Birinci Dünya SavaGı sırasında ortaya çıktı.

Osmanlı Türkleri'nde de deri iGleme sanatının çok geliGmiG olması ve özellikle Yeniçeri Ocağı'nın
at binmede uygun olan yumuGak deri çizmelere gösterdiği ihtiyaç yüzünden ayakkabıcılık çok
geliGmiGtir.

Bugün artık en ilkel topluluklarda bile insanlar bir çeGit ayakkabı giyiyor. Dünyada kaç çift
ayakkabı var bilinmiyor ama uzayda dolaGan bir çift olduğu biliniyor. Ay'a ilk ayak basan
astronot Neil Armstrong'un ayakkabıları dönüG yolculuğunda herhangi bir hastalık veya
bilinmeyen bir kirlenme tehlikesine önlem olmak üzere dünyaya getirilmeyip uzaya bırakılmıG.
gimdi uzayda dolanıp duruyorlar. Diğer astronot ile daha sonra gidenlerin ayakkabıları Gimdi
neredeler acaba?

 

 


 

 Aynı tarih niçin her yıl farklı güne geliyor?

 

Günlük yaGantımızı, çalıGma hayatımızı, sosyal, kültürel, ekonomik tüm aktivitelerimizi takvime
göre düzenler ve planlarız. Takvimle ilgili en büyük güçlüğümüz sürekli 'Gu tarih hangi güne
geliyor' sorusunu sormak zorunda kalıGımızdır. BaGta milli bayram, kutlama ve tatil günleri
olmak üzere aynı tarihin her yıl değiGik günlere rast gelmesi sadece yıl içersinde sağlıklı
planlama yapmamızı etkilemez, aylardaki aktif iG günlerinin değiGmesi nedeni ile tüm kurumların
hesap, plan ve istalistiklerini de alt üst eder.

Bunun sorumlusu Dünya'nın GüneG'in etrafındaki dönme süresidir. Çok eski çağlarda bile
insanlar etkinliklerini GüneG'in görünür hareketlerine göre düzenlemiGler, yani basit hali ile de
olsa GüneG Takvimi'ni kullanmıGlardır. Ancak bu bir yılın süresi bir günün tam katı
olmadığından, küsuratlar oluGmakta, bu da ideal bir takvim düzenini pratikte zorlaGtırmaktadır.

GüneG Takvimi'ni ilk kullananlardan Mısırlılar'da bir yıl 365 gün (aslında 365 gün, 5 saat, 48
dakika, 46 saniye) kabul ediliyordu. Aradaki bu farktan dolayı, örneğin ilkbaharın baGlangıcı
ancak 1508 yılda bir aynı tarihe denk geliyordu.

Eski Babil, Helen, Çin ve Hint medeniyetleri, Ay'ın evrelerine dayanan 29 ve 30'ar günlük 12
aydan oluGan Ay Takvimi'ni kullanmayı tercih ettiler. Bu takvimde bir yıl 354 gün olup mevsim
tarihleri GüneG Takvimi'ne göre her yıl 11 gün kayıyordu. Ardarda iki hilalin oluGması arasında
geçen süre (29 gün, 12 saat, 44 dakika, 2,78 saniye) yine günün tam katı olmadığından Ay
Takvimi'nin de çok sağlıklı olduğu söylenemez.

Günümüzde Ay Takvimi'ni kullanmaya devam eden Gslam ülkelerinde ay süreleri hilalin gözle
görülmesine bağlı olduğundan, yani hilalin ilk gözlemlendiği aksam eski ay bitmiG, yeni ay
baGlamıG sayıldığından, bir ayın kaç gün süreceği önceden bilinemez. Farklı Gslam ülkeleri, ayları
değiGik günlerde baGlatabilirler. Bu, özellikle Ramazan ayının son günü ve takip eden bayramın
ilk günü için karıGıklık yaratır.

Nispeten daha doğruya yakın gibi görünen, günümüzde ülkelerin çoğunda kullanılan ve
Gregoryan Takvimi olarak da bilinen GüneG Takvimi'ndeki aksaklıkları gidermek için biri
milattan önce 46 yılında Jul Sezar, diğeri de milattan sonra 1582 yılında Papa Gregory XIII
tarafından iki kez önemli değiGiklik yapılmıGtır.

Sezar ardarda üç yılı 365 gün, dördüncü yılı ise 366 gün olarak saptamıGtır. Bu sürenin olması
gerekenden 0,0078 gün daha uzun olması, yıllar boyu birikerek 128 yılda fazladan bir gün
yaratması sonucunu doğurmuGtur.

1582 yılına gelindiğinde bu fark 10 günü bulunca Papa Gregory XIII takvimi 10 gün ileri aldı. 4
Ekim'den sonraki gün 15 Ekim kabul edildi. 10 gün yaGanmadan atlanmıG oldu. Parasal hesaplar
karıGtı, halk 'on günümüzü geri isteriz' diye gösteriler yaptı.

Papa'nın asıl önemli reformu 400'e böiünemeyen yüzyıllarda gubat'ın 29 çekememesi idi. Yani
gubat 2000 yılında 29 çekebilirken 2100, 2200 ve 2300 yıllarında çekemeyecekti, o yıllarda
gubat 8 senede bir 29 gün olabilecekti. Bu sayede kullanılan takvim ile ideali arasındaki fark
yılda 0,00030 güne düGürülmüGtü ki bu da 33.000 yılda l günlük kayma demektir ve çok önemli
değildir.

Bu takvimi Gngiltere 1752'de, Rusya 1918'de, Türkiye ise l Ocak 1926'da kabul etti. Ne var ki ay
sürelerinin eGit olmaması ve haftanın 7 gün olması nedenleri ile, belli bir tarihin her yıl değiGik
güne rastlaması sorunu yine çözülemedi.

Dünya Takvim Reformu Birliği'nin (AWCR) bahsedilen tüm sorunları ve eksikleri ortadan
kaldıracak çok kullanıGlı ideal bir takvim önerisi var ama henüz hiçbir ülke, değiGikliğin kurulu
düzende yaratacağı karıGıklığı ve maliyeti göze alıp bu takvimi uygulama cesaretini


gösterememektedir.

 

 

 

 AGçıbaGılar niçin o acayip Gapkaları giyerler?

 

Bir kere kafalarına bir Geyler giymeleri zorunludur. Yoksa saçları yiyeceklerin içine düGebilir.
Ama aGçıların bu kafanın üzerinde silindirik bir Gekilde yükselen, ucu da balonumsu Gekilde
kıvrımlarla biten beyaz Gapkaları giymelerinin asıl nedeni baGkadır.

Bu tıp Gapkalarda, özellikle mutfakların çok sıcak ortamlarında, hava Gapkanın içinde rahatlıkla
dolaGabilir ve aGçının kafasını serin tutar, terlemeyi önler. Mutfağın kalabalık ve hareketli
yaGamında, aynı tip giysiler içindeki aGçılar arasından aGçıbaGını ilk görüGte ayırt edebilmek için
onun Gapkası biraz daha uzun ve ucu kıvrımlıdır.

Bu Gapkaların beyaz, yani boyasız olmalarının nedeni ise beyaz kumaGın, boyalı kumaGa göre
daha hijyenik olarak kabul edilmesidir. Beyaz renk her yerde insanlarda temizlik, saflık, iyi niyet
ve barıG duygulan uyandırır. Muharebe sırasında barıG mesajı göndermek isteyen birliklerin beyaz
bayrak çekmelerinin nedeni de budur. Gelinliklerin beyaz olması ise barıGtan ziyade saflığı ve
masumiyeti simgeler.

 

 

 

 Gnsanlar saatlerini niçin sol kollarına takarlar?

 

Özel bir durum veya farklı olmak düGüncesi yoksa insanların çoğunluğu saatlerini sol bileklerine
takarlar. Glk anda insanların çoğunun sağ ellerini kullanmaları, bu kolun daha hareketli olması
dolayısıyla saatin bir yerlere çarpıp zarar görme olasılığının da daha yüksek olması nedeniyle sol
bileğe takılmasının tercih edildiği düGünülebilir.

Bu düGünce Güphesiz doğrudur. Sağ ellerini kullanan insanların, sağ kol düğmelerini iliklerken ne
kadar zorlandıkları malumdur. Peki sol ellerini daha çok kullanan solaklar da niçin saatlerini yine
sol bileklerine takıyorlar?

Saatin ilk kullanılma yıllarında insanlar çoğunlukla cep saati kullanıyorlardı. Bu saatlerin kurma
düğmesi sağda '3' rakamının yanındaydı. Sık sık kurulması gereken bu saatleri cepten çıkartıp sol
elle kurmak (hangi el daha baskın olursa olsun) çok zordu. Gnsanlar bu saatleri zaten yeleklerinin
sol tarafında bulunan ceplerinden sol elleri ile çıkarıp bakmaya ve sağ elleri ile kurmaya alıGtılar.

Daha sonra kol saatleri de yaygınlaGıp kurma yerleri yine '3' rakamının yanında olunca bunlar da
sol kola takılır oldu. Zaten sağ ellerini kullananlar bu elleri meGgulken ister cep ister kol saati
olsun saate sol kollarını kullanarak bakmayı tercih ediyorlardı.

Her iki taraf da durumdan memnun olduklarından, saat üreticilerine kurma yeri solda olan bir saat
üretmeleri için piyasadan bir talep hiç bir zaman gelmedi. Arlık pilli, güneG enerjili veya
hareketle kendi kendine kurulan saatler kullanılıyor ve kurmalı saatler neredeyse tarihe karıGtıysa
da insanlar saatlerini sol bileklerine takmaya devam ediyorlar.

 

 

 

 Anneler günü ne zamandan beri kutlanıyor?

 

Anneler gününün nereden kaynaklandığını anlatanlar günün yaratıcısı olarak hep annesini


kaybetmiG olan küçük bir kızdan bahsederler. Gerçekte ise bu fikri hayata geçiren Anna Jarvis
annesini 1905 yılında kaybettiğinde 41 yaGındaydı.

Asıl mesleği öğretmenlik olan 1864 doğumlu Anna Jarvis, 1902 yılında babası ölünce annesi ile
beraber ABD'de, Philadelphia'da yaGamaya ve çalıGmaya baGladı. Üç yıl sonra 9 Mayıs 1905'de
de annesini kaybetti. Sürekli annesi ile beraber yaGamasına rağmen öldüklen sonra "Ona hayatta
iken gerekli ilgiyi gösteremediği"ne inanıyor ve bunun ezikliğini duyuyordu.

Gki sene sonra Mayıs'ın ikinci pazarında, annesinin ölüm yıldönümünde arkadaGlarını evine
çağırdı ve bu günün anneler günü olarak ülke çapında kutlanması fikrini ilk onlara açtı. Fikir
kabul gördü, anneler memnun kaldı, babalar itiraz etmedi, Amerika'nın önde gelen bir giysi
tüccarı da finansal desteği sağladı. Glk anneler günü Jarvis'in annesinin 20 yıl süresince haftalık
dini dersler verdiği Grafton'daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908'de, 407 çocuk ve annesinin katılımı
ile kutlandı. Jarvin her bir anneye ve çocuğa kendi annesinin en çok sevdiği çiçek olan
karanfillerden birer tane verdi. O günden sonra, temizliği, asaleti, Gefkati ve sabrı ifade eden
beyaz karanfil Amerika'da anneler gününün sembolü olarak kabul edildi.

Sıra anneler gününü "milli bir gün" olarak kabul ettirmeye gelmiGti. Jarvis, tarihte tek bir kiGi
tarafından gerçekleGtirilen en baGarılı mektup yazma kampanyası ile gazete patronlarından
iGadamlarına, devlet adamlarından din adamlarına kadar ulaGabildiği herkese bu fikrini iletti. Fikir
o kadar çok ve çabuk kabul gördü ki, Senato onaylamadan çok önce, bir çok eyalet ve Gehirde
anneler günü kutlamaları gayrı resmi olarak baGlatılmıGtı bile.

Sonunda 8 Mayıs 1914'te Senato'nun onayı, BaGkan Wilson'ın da imzası ile Mayıs'ın ikinci pazarı
'Anneler Günü' olarak resmen ilan edildi. Çok kısa sürede diğer ülkelere de yayılan bu gün çiçek
ve tebrik kartı satıGlarının tavana vurduğu bir gün oldu.

Anna Jarvis sonunda muradına ermiG, kampanyasını baGarı ile sonuçlandırmıGtı ama kendi hayatı
pek mutlu sonla bitmedi. Yoğun çalıGmadan evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya fırsat bulamadı.
Her anneler günü onun için bu yönden acı oldu.

Daha ziyade dini ağırlıklı bir kutlama olarak düGündüğü bu günden ticari çıkar sağlamaya
çalıGanlara karGı hukuki savaG açtı. Davaların hepsini kaybetti. Dünyadan elini eteğini çekti.
Bütün gelirlerini hatta ailesinden kalan evini bile kaybetti.

Kalan hayatını adadığı, gözleri görmeyen kız kardeGi Elsinore'da 1944'de ölünce sağlığı da
tehlikeye girdi. Dostları ona destek vererek son yılını sanatoryumda geçirmesini sağladılar. Bütün
dünya annelerinin en azından senede bir gün mutlu olmalarını sağlayan Anna Jarvin, mutsuz, yarı
görmez ve yalnız bir Gekilde 1948'de 84 yaGında öldü.

Ülkemizde de Türk Kadınlar Birliği'nin giriGimi ve önerisi üzerine 1955 yılından beri Mayıs
ayının ikinci Pazar günü 'Anneler Günü' olarak kutlanmaktadır.

 

 

 

 DevekuGları niçin baGlarını kuma gömerler?

 

Bu inanç ve görüGün nereden kaynaklandığı bilinmiyor. Güya devekuGu baGını kuma gömünce
düGmanlarını ve gelecek tehlikeyi görmez, onun için de rahatlarmıG. Güney Afrika'da 80 sene
boyunca yapılan gözlemlerde böyle bir olay görülmemiGtir. Hiçbir devekuGu kafasını kuma
gömmeye teGebbüs etmemiGtir. Zaten bunu yaparlarsa boğulacakları da kesin.

Her ne kadar beyinleri gözlerinden küçük olsa da, kuG dünyasının en akıllılarından olmasalar da,
devekuGları kendilerini gizlemek için baGlarını kuma gömecek kadar da aptal değillerdir. Bu
görüntünün asıl nedeni devekuGu yavrularının yırtıcı hayvanlarım saldırılarına karGı açık ve
korumasız olmalarıdır. Onlar yetiGkin devekuGları gibi hızlı koGup kaçamazlar. Bir tehlikeyi


sezdiklerinde aniden kendilerini bulundukları yere bırakarak, hareketsiz kalıp çevreye uyum
sağlayarak düGmanlarının dikkatlerinden kaçtıklarını ümit ederler.

Anne devekuGları bazen bütün vücutlarını, kanallarını da açarak toprak üzerine yatırırlar ve
yavrularını güneGin kavurucu etkisinden korumaya çalıGırlar. Ayrıca devekuGlarının dinlenirken
boyun kaslarını rahatlatmak için veya çok sık olmasa da uyurken bazen bu pozisyonu aldıkları
biliniyor. Hatta bir görüGe göre, bu pozisyonda kafalarını yere dayayıp düGmanlarının ayak
seslerini dinledikleri de ileri sürülüyor.

Daha yumurtadan çıkar çıkmaz eriGkin bir tavuk büyüklüğünde olan devekuGu yavrularının uzun
boyunları genellikle bej rengindedir ve üzerlerinde siyah çizgiler vardır. Bu renklerle ot renkleri
ve gölgeleri karıGarak iyi bir kamuflaj imkanı sağlar. Bu durumda otların aralarına baGlarını
soktuklarında vücutları görünürken boyun ve baG kısımları görülmez. Görülmeyen baGın kuma
gömülmüG gibi insanlar tarafından algılanmasının nedenlerinden biri de bu olabilir.

Bu tip uçamayan büyük kuGların baGlarını kuma gömme gibi aptalca bir savunma sistemine zaten
ihtiyaçları yoktur. GGitme ve görme duyuları son derecede iyidir. Boylarının da avantajı ile çevreyi
çok iyi gözleyebilirler. DüGmanı diğer av adaylarından önce sezebilirler.

Üç metrelik boylarına ve 100 - 150 kilogramlık ağırlıklarına rağmen saatte 50 kilometre hızla
koGabilirler. KöGeye sıkıGtıklarında ise kolay teslim olmazlar. Çok seri ve kuvvetli tekme
atabilirler, uzun boyunları sayesinde düGmanı yaklaGtırmadan mücadele edebilirler.

 

 

 

 KumaGlar yıkandıktan sonra niçin çeker?

 

Bir kot pantolon aldığımızda hemen paçalarını boyumuza göre bastırıp giymek isteriz. Ama daha
sonra daha ilk yıkamada kumaGın boyu ne kadar çeker endiGesini yaGarız. Çünkü pantolonun
boyunu tekrar uzatmak artık mümkün değildir. O halde kumaGlar yıkanınca niçin çekiyorlar?
Islandıklarında mı çekiyorlar yoksa kururken mi? Pantolonun boyunu ayarlamadan önce kaç kere
ıslatmalıyız? Sıcak suda mı daha çok çekerler, soğuk suda mı?

Yünlü kumaGların veya giysilerin ıslanınca çekme olayı biraz karıGıktır, çünkü nem ve ısı Gartları
liflerin sadece boylarını değil çaplarını da değiGtirirler. Ham iplik, kot kumaGı olmak üzere
dokunurken dayanıklılığını arttırmak için tabii boylarındaki liflere bükümler, yani bir çeGit
düğümler ilave edilir. KumaG ıslanınca yün lifleri GiGerler. Liflerin bu geniGlemesi ipliklerdeki
bükümler arasındaki açıya da tesir eder ve iplerin boylarının kısalmasına neden olur.

Aslında kumaG ıslanınca lifler GiGliğinden boyunun az bir miktar uzaması gerekir ama bükümlerin
açılarındaki deformasyonun yarattığı çekme kuvveti daha fazla olduğundan sonuçta kumaG
boydan kısalır.

KumaG yıkandıktan sonra kurutulduğunda GiGmiG lifler eski durumlarına gelirler. Ama kumaG ilk
ölçülerine dönemez. Su, yüksek ısı, çalkalama ve sabun -ki burada lifler arasında yağlayıcı görevi
görür- hepsi birden kumaGın çekmesini kolaylaGtırır. KumaG birkaç kere yıkandıktan sonra
ölçüleri dengeye ulaGır ve bundan sonra ne kadar yıkanırsa yıkansın boyca kısalmaz. KumaGın
çekme miktarı ipliklerin boyutlarına, miktarlarına, dokunma Gekillerine, kıvrımlarına ve kumaGın
geçmiGine bağlıdır. Bazen kumaGa giysi olarak dikilmeden önce özel bir çekme iGlemi uygulanır.
Bu durumda kumaG ilerde yüzde birden fazla çekmez.

ÇarGıdan alınan kot pantolonların boylarından emin olmak için, paçaları bastırılmadan önce sıcak,
sabunlu suda kuvvetlice yıkanmaları, sonra soğuk suyla durulanarak makinede kurutulmaları ve
bu çevrimin üç kere tekrarı tavsiye ediliyor.

 


 

 

 Banyodaki havlular niçin çabucak kokuyor?

 

Banyodaki havlular yıkanıldıktan sonra, yani vücudumuz tertemiz iken kullanılır ve sadece
vücudumuza değerler. Buna rağmen birkaç gün içinde bu havlular kokmaya baGlarlar. Bunun
sebebi vücudumuz değil vücudumuzdaki ölü deri hücreleridir. Gstediğimiz kadar bol su ve
sabunla yıkanalım, su ile birlikte kirlerin ve bakterilerin gittiğini zannedelim, yine de vücudumuz
üstünde ölü deri hücreleri kalır ve kurulanırken bunlar havluya geçer.

Bundan sonraki sorun havalandırmadır. Zaten havası devamlı nemli olan banyolar küflenme için
ideal ortamlardır. Bu nedenle banyoları yıkanma sırasında değil de az sonra açıp havalandırmak
gerekmektedir. Aksi takdirde havluya sinmiG deri hücreleri süratle kokuGmaya baGlarlar.

Ellerimizi yıkadığımızda sabunun görevi derimiz üzerindeki bakierileri gevGetmektir. Ellerimizi
bir havlu ile kuruladığımızda bu gevGemiG bakteriler de havluya geçer. Dolayısıyla ellerimizi
sabunla yıkadıktan sonra kurulamadan ıslak bırakmanın temizlik bakımından pek faydası yoktur.

Daha ziyade halka açık yerlerde ve iGyerlerinde tuvaletlerde kullanılan elektrikli el kurutucuları
elleri kuruturlar ama bakteriler yine deride kalırlar. Bu nedenle temizlik açısından havlular, tabii
ki temiz olmak Gartıyla, sıcak hava üfleyen elektrikli kurutuculardan daha etkindirler.

Havluların diğer kumaGlardan farkını yaratan, suyu kolayca emme özelliğini veren, kullanılan
ipliğin cinsi ve daha önemlisi havlu kumaGının dokunuG biçimidir. Havlu kumaG, kumaGın iki
yüzünde halka gibi kıvrılmıG iplikler bırakan, ana çözgüden ayrı bir çözgüyle dokunur. Havlu
kumaG yapımında daha çok pamuk ipliği kullanılır ve özel bir iGlemden (apre) geçirilerek su
emme gücü arttırılır.

Türkiye'de havluculuk 18. yüzyılın baGından itibaren Bursa'da geliGmiGtir. Bunun nedeni Bursa'da
kadife dokumacılığının dünya çapında geliGmiG olmasıdır. Havluculuk, kadife dokumacılığınm
bir yan ürünü olarak doğmuGtur. Havlu ismi de Hav'lı kumaG anlamında Arapça'dan gelmektedir.
'Hav' Arapça'da kadife, çuha gibi kumaGların yüzeylerindeki ince tüylere verilen addır. Hav'sız
olarak yapılan ve peGkir de denilen keten havlular ise ayrı bir imalat konusudur.

 

 

 

 Cam neden saydamdır?

 

Cam GaGılacak derecede basit bir maddedir. Dünyanın her köGesinde rahatça bulunabilen kum,
kuvars ve sodadan meydana gelmiGtir. Fakat camın asıl GaGırtıcı özelliği ne tam bir sıvı ne de
gerçek bir katı oluGudur. Aslında sıvıya daha yakındır, çünkü atomik yapısındaki düzen
sıvılardaki rasgele düzeni andırır. Kumların atomlarının kristal yapısı ise düzgündür.

Katı bir cisimde atomların bir diziliG düzeni vardır. Yani bu diziliG düzeni belli aralıklarla kendini
tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapılan incelemelerde bile
camın yapısında hiç bir kristal oluGumuna rastlanmaz. Arada sırada görülen bazı kristaller ise
camdaki kusurlardır.

Cama çok ağdalı bir sıvı diyebiliriz. O kadar ağdalıdır ki, normal dıG etkenlerde bile Geklini
değiGtirmez. Bir sıvıda iç sınırlar bulunmadığından camın içinden geçen bir ıGık demeti kırılma
ve yansımaya uğramaz, doğrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktığımızda arkasındakileri
olduğu gibi görürüz. IGık sadece camın yüzeyini aGarken hafifçe kırılır.

Cam saydamdır, su da saydamdır, öyleyse donmuG su olan kar taneleri niçin beyazdır ve niçin kar
örtüsü saydam değildir. Bir cismin üzerine gelen ıGığın tümünü yansıttığında beyaz, hepsini tutup


hiçbirini yansıtmadığında siyah renkle göründüğünü biliyoruz. Cam saydamdır ancak
kırıldığında, tuzla buz olduğunda yerdeki küçük cam parçaları yığını beyaz renkte görünür, çünkü
her bir cam parçası ıGığı değiGik yönde geçirmekledir.

Kar tanelerinde de aynı Gey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen ıGığı her yöne
geliGigüzel yansıtırlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri
durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden oluGmuGtur ama bunlardan
büyük bir miktar bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.

 

 

 

 Nöbetçi kulübelerinde niçin kum torbaları var?

 

Nöbetçi kulübeleri çevreyi iyi gözetleyebilmek için zeminden yüksekte inGa edilirler dolayısıyla
iyi bir hedeftirler. Buradaki nöbetçileri olabilecek ani bir silahlı saldırıdan koruyabilmek için
etrafına belirli yükseklikte kum torbaları dizilir. Bu kum torbaları bir çok kiGiye biraz ilkelmiG
gibi görünebilir ama bir çok malzemeden daha iyi ve daha pratik kurGun geçirmez siperlerdir.

Kumun kurGun geçirmemesinin sırrı kum taneciklerindedir. Boyları 0,05 milimetreden 2
milimetreye kadar değiGen kum tanelerinin Gekilleri köGeli, yuvarlak veya karıGıktır. Bu Gekilleri
nedeni ile bir torbaya doldurulan kum taneleri arasında boGluklar kalır ve bu boGluklar birbirleri
ile bağlantılıdırlar.

Kum torbasına büyük bir kinetik enerji ile giren merminin enerjisi, aradaki bu boGluklar nedeni
ile anında binlerce kum tanesine aktarılır. Her aktarıGta diğer tanelere daha azalarak geçen enerji
kısa sürede sönümlenir. Kinetik enerjisini aniden bu Gekilde kaybeden mermi de daha kum
torbasını delip çıkamadan durup kalır.

Aslında kurGun geçirmez camlarda da prensip aynıdır. Bu tip camlar, cam ve plastik, bir çok
tabaka halinde, sandviç Geklinde sıkıGtırılarak imal edilirler. Bir bakıma arabaların ön camlarına
benzerler ama burada tabaka sayısı çok fazladır.

KurGun bu tip bir cama çarptığında tabakaları tek tek delmeye baGlar. Son tabakaya gelene kadar
mermi bütün momentini ve enerjisini kaybeder. Enerji kimseye zarar vermeden cam ve plastik
tabakalara geçer.

 

 

 

 Bardaktaki buzlar niçin birbirlerine yapıGırlar?

 

Buzun erimesi için sadece sıcaklık değil basınç da önemlidir. Dağlardaki buzulların sık sık
kayma nedenleri de budur. Buzulun muazzam ağırlığının yarattığı basınç en alt tabakaların
erimesine, orada kaygan bir su tabakası oluGmasına neden olur.

Genellikle yemeklerde içkiye veya suya atılmak için bu küpçükler bir kap içersinde getirilir. Bir
süre sonra bir tanesini almak istediğimizde, bir kaçı birbirlerine yapıGmıG olarak gelirler, bunları
birbirlerinden ayırmak da hayli zor olur.

Bir kabın içinde veya bardakta bulunan bazlar üst üste yığıldıklarında her biri altındakine değdiği
noktada bir basınç oluGturur ve bu noktadaki çok küçük bir kısım erir. Buradan hareket eden su
çok az yanda bu iki buz küpçüğünün birbirine en yakın olduğu noktada tekrar donar, iki küpçük
arasında sanki kaynak yapılmıG gibi çok güçlü bir bağ oluGturur. Artık ikisi tek bir parça gibi
olduklarından bu noktadan tekrar erimeleri de mümkün değildir.

Bir buz küpünü buzluktan doğrudan elimizle almaya kalkıGtığımızda da elimize yapıGır. Bu


nedenle buzlukta suyu dondurmada kullanılan kapların çoğu plastiktir. Peki elimizi veya dilimizi
bir buz parçasına veya çok soğuk bir metal yüzeye değdirince niçin yapıGıp kalıyor?

Bunun nedeni parmaklarımızın ve dilimizin ucunda daima çok ince bir nem tabakasının
olmasıdır. Bu tabaka çok soğuk bir cisimle temas ettiğinde anında donar. Örneğin çok soğuk,
sıfırın altındaki bir sıcaklıkta bir bayrak direğine dilinizle dokunursanız, metaller çok iyi iletken
olduklarından direk hemen üzerindeki ısıyı dilin üzerindeki nem tabakasına yansıtır, dilin
üzerindeki bu nem tabakasının donmasına sebep olur. Artık direk ile dilin arasında her iki yüzeye
de yapıGmıG buzdan bir bağ vardır.

Sonuç olarak çok soğuk havalarda dilinizle metal yüzeylere dokunmayın. Belki dilinizi çekerek
kurtarabilirsiniz ama bir daha ömür boyu yediklerinizden tat alamazsınız.

 

 

 

 Elmas gibi değerli bir taG cam kesmede nasıl kullanılıyor?

 

Antik Çağ'da elmasın insanları görünmez yaptığına, kötü ruhları kovduğuna ve kadınları cinsel
açıdan etkilediğine inanılıyordu. Günümüzde ise mücevherlerin bu kraliçesi, aGkın, çekiciliğin ve
zenginliğin simgesidir.

Elmas aslında saf karbondan baGka bir Gey değildir. Elması yakabilecek yüksek ısıya çıkılabilse
hiç kül bırakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapısına rağmen mineraller içinde en serti
olanıdır. Genelde renksizdir ama hafif sarımsı gri veya yeGilimsi de olabilir. IGığı kırma, yansıtma
ve renk dağıtma özelliği kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayı çok kıymetlidir. Elmasın değeri
rengine, saflığına ve iGleniG Gekline de bağlıdır.

Peki elmas bu kadar değerli ve az bulunan bir mineral ise nasıl oluyor da cam kesmede, sert
metalleri iGleme ve delmede, torna ve matkap uçlarında bol miktarda kullanılabiliyor? Nasıl
oluyor da en küçük bir parçası bile bir servet olan bu taG köGedeki camcının cam kesme bıçağının
ucunda bulunabiliyor?

Aslında elması iki ayrı Gekilde düGünmek gerekmektedir: Süs taGı olarak ve endüstride. Süs taGı
olan elmasın değeri dört 'C' ile belirlenir. Bunlar; 'Carat=ağırlık', 'Clarity=Geffaflık', 'Colour=renk'
ve 'Cut=iGleniG'dir. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin
üstündedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian'dır.

Süs taGı üretimlerinin yan ürünleri ile süs eGyasına uygun olmayan doğal elmaslar endüstride
değerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslında elmas kumu olarak adlandırılan bulanık
elmaslardır. 'Karbonado' denilen bu ince taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en
sert taGları bile delmede kullanılabilirler.

Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamlı artarken, üretimin artmaması yapay elmas
üretimini gündeme getirmiGtir. Yapay elmas üretme tekniğinde prensip, yüksek basınç ve
sıcaklıkla grafiti elmasa dönüGtürmektir.

Daha düGük basınçta da, gaz fazındaki karbondan yapay elmas elde edilebilmiG olup lens ve cam
kaplamalarında, hoparlör diyafram kaplamalarında (paraziti azaltmada), optik aletler ve transistör
telleri üretiminde ve diğer bir çok değiGik alanlarda kullanılmaktadır.

Süs elması olarak da 0,2 gramın üstünde yapay elmaslar elde edilebilmiGtir ama maliyeti doğal
elmas fiyatından on kat daha pahalıya gelmektedir.

Peki, elmas ile pırlanta arasında ne fark var biliyor musunuz? Gkisinin de aslı aynı, yani karbon
kömüründen farksız taG parçaları. Çok yüksek basınç ve sıcaklıkta, yerin 150 - 200 kilometre
derinliklerinde kristalleGmiG, daha sonra volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmiG saf karbondan
oluGmuGlardır.


GGte bu saf karbon, kesim veya Gekline göre elmas ya da pırlantaya dönüGür. Pırlanta daha parlak,
kesim oranı daha fazla ve alt kısmı kubbe gibidir. Elmasın alt kısmı düz ve yüzey sayısı 12 ile 37
arasında değiGirken, pırlantanın kesimi daha zordur ve yüzey sayısı 57'dir. Yani pırlanta elmastan
daha değerlidir, daha ince isçiliktir. Renkli olanlarına 'fantezi' denilir ki fiyatları astronomiktir.

 

 

 

 Saatin saniye göstergesi ne iGe yarıyor?

 

Bir süreyi ölçmek veya bir Geyi ayarlamak için saatimizin saniye göstergesine pek sık baktığımız
söylenemez. Halbuki hemen hemen tüm kol saatlerinde saniye göstergesi vardır. Tık tık ilerleyen
saniye göstergesinin belki de en önemli faydası, kımıldadıklarını gözle fark edemediğimiz o
yavaG akrep ve yelkovanın yanında zamanın ne kadar hızlı akıp gittiğini bize göstermesidir.

Günümüzde özellikle erkek kol saatlerinde bırakın saniyeyi, onda birini bile ölçebilen göstergeler
var. Aslında saniyenin onda birinin yaGantımızda ne derecede etkili bir zaman süresi olduğunun
farkına varamayız. Atletizmde kısa mesafe koGucularının yaptıkları derecelerin değerlendirilmesi
dıGında pek karGımıza çıkmaz.

Saniyeden küçük zaman dilimleri biz insanlar için sıfır gibi bir Geydir. Bu süreleri insanlar son
yüzyılın baGından itibaren ölçmeye baGladılar. Halbuki eski insanlar için zaman GüneG'in hareketi
demekti. Hayat o kadar yavaGtı ki dakikaların insan yaGamında hiçbir önemi yoktu.

Bırakın tarihteki güneG ve kum saatlerini, 18. yüzyıla gelene kadar kullanılan saatlerde bile
dakikayı gösteren yelkovan yoktu. Saniye ibresinin konulması ise 19. yüzyılın ortalarına rastlar.
Günümüzde fizikçiler saniyenin milyarda birini bile ölçebilmektedirler.

Aslında çevremizde saniyede değil, saniyenin binde birinde bile çok Geyler olmaktadır. Bu sürede
bir tren 2 - 3, uçak 25, ses 33 santimetre yol alır. Dünya yörüngesi üzerinde 30 metre ilerlerken
aynı sürede ıGık 300 kilometre uzağa ulaGır.

Canlılar dünyası için de saniyenin binde biri pek kısa bir süre sayılmaz. Henüz kan emmemiGken,
yani boG depo ile bir sivrisinek kanatlarını saniyede 1000 kere çırpar. Diğer bir deyiGle saniyenin
binde biri kadar bir zamanda kanatlarını kaldırır ve indirir.

Gnsanlar çok kısa bir zaman süresini belirtmek için göz kırpma süresini esas alır ve "göz açıp
kapayıncaya kadar" derler. Halbuki göz kırpma 0,4 saniye, yani neredeyse yarım saniye kadar
sürer, ama bu arada sivrisinek 400 kere kanat çırpmnıGtır bile. GeliGen uçak teknolojisi sayesinde
dünyada GüneG'in hareketlerine bağlı zaman kavramları da biraz kafa karıGtırır hale geldi.
Örneğin aralarında yeterli mesafe olan iki kent arasında batıya doğru uçan bir uçak, birinci
kentten sabah 09:00'da kalkıp, binlerce kilometre yol katettikten sonra ikinci kente aynı gün yine
sabah 09:00'da inebilir, tabii yerel saatle.

Bu geliGmeler doğrultusunda zamanı ölçmek için artık GüneG'e de güven kalmadı. Çünkü Dünya
üzerinde 77. paralelde saatte 450 kilometre hızla batıya doğru uçan bir uçakta bulunanlar
GüneG'in hiç batmadığını, gökyüzünde hep aynı yerde asılı kalmıG olacağını göreceklerdir. Bunun
nedeni 77. paraleldeki bir noktanın, dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüGü sırasında saatte
450 kilometre hızla doğuya doğru yol almasıdır. Yani gökyüzündeki GüneG ile uçağın hızları
aynıdır.

Yeryüzünden 250 - 300 kilometre yükseklikte bulunan astronotlar için GüneG 24 saat boyunca 16
kez doğar ve batar. Çünkü uzay aracı Dünya çevresindeki bir dönüGünü yaklaGık 90 dakikada
tamamlar.

 

 


 

 

 

 Niçin otellerin kapıları döner kapıdır?

 

Özellikle içine girer girmez geniG bir alanla karGılaGtığınız ve diğer katlara buradan merdiven
veya asansörle çıktığınız, banka, otel veya benzeri binalarda ana giriG kapılarının döner kapı tipi
olduğunu görmüG, belki de dört kanatlı olan bu kapıların bir gözüne acele ile iki kiGi birden
girmeye çalıGıp zorluk yaGamıGsınızdır. Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur.

Bu tip büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır ve ısınan hava sürekli yukarı doğru yükselir.
DıGarıdaki soğuk hava kapının önünde onun yerini alabilmek için kapıyı açmanızı beklemektedir.
Bina dıGına açılan normal bir kapıyı açtığınızda dıGarıdaki soğuk hava sert bir rüzgar Geklinde
içeriye hücum eder.

Bu arada içerde yükselmekte olan sıcak havanın az miktarda da olsa giren soğuk hava ile yer
değiGtirip açılan kapıdan dıGarı kaçması mümkündür. Bu sırada binanın iç ısısı düGer, kazanlar
veya klimalar daha sık devreye girer ve tekrar normal ısıya ulaGabilmek için belirli bir enerji
(motorin, elektrik, vb.) harcanır. Özellikle çok kiGinin sık sık girip çıktığı binalarda döner kapılar
bu ısı kaybını en aza indirir. Döner dört kanattan ikisinin arasına girerken, kapılar dönüp
önünüzdeki kanat sizin içeri girmeniz için yeterli aralığı sağladığında, arkanızdaki kanat soğuk
havanın giriGine mani olacak Gekilde giriGi kapamıG durumdadır. Aynı Gekilde karGı taraftaki diğer
iki kapı da sıcak havanın dıGarı çıkmasına mani olur ve içerinin ısısı korunmuG olur.

 

 

 

 Hint fakiri kobra yılanını nasıl oynatıyor?

 

Sadece Hindistan'a değil, kuzey Afrika ülkelerine, özellikle Fas'a gidenlerin en çok ilgisini çeken
Geylerden biri de yılan oynatıcılarıdır. Yılan oynatıcısının yılanının sepetinden çıkartıp
oynatmasının, onu bir tür hipnotize etmesinin, flütünden (aslında flüt benzeri bir çalgıdan)
çıkardığı seslerle bir alakası yoktur.

Çünkü kobra yılanı bir taG gibi sağırdır. GGitme organı ve buna bağlı sinirleri yoktur. Sesleri
duyması mümkün değildir. O sadece yerden, yani topraktan gelen titreGimleri hissedebilir.
Yılanlar titreGimlere karGı çok hassastırlar.

Aslında yılanın sepetinden çıkıp, dikelip aldığı pozisyon saldırı pozisyonudur. Kobra gövdesinin
ön bölümünü havaya diker ve boynunu yassıltarak geniGletir. Bu hareketi boyun kaburgalarını
birbirlerinden ayırarak sağlar.

Yılan oynatıcısı elindeki flütü sağa sola sallayarak yılanın baktığı hedefin yerini sürekli değiGtirir.
Yılan flüte doğru kafasını oynattıkça bu, seyircilere sanki yılan dans ediyormuG izlenimini verir.
Aslında yılanın sallanması fiziksel bir olaydır. Onu vücudunun üst kısmını yerden yükseltebilmek
için yapar. Sallanmayı kestiği an yere düGer.

Kobra yılanları türünün hepsi bir değildir. Yılan oynatıcıları genellikle gördükleri her Geye anında
saldıran Kral Kobrası'nı tercih etmezler. Bunlar aynı zamanda dünyanın en büyük zehirli
yılanlarıdırlar. Boyları 5 metreyi geçer zaten en kuytu yerlerde yaGarlar ve diğer kobraların aksine
insandan kaçarlar.

Yılan oynatıcılarının tercihleri daha sakin olan ve yemeyi gözünün kesmediği büyüklükteki
objelere saldırmayan Asya Kobrası'dır.

 


Develerin hörgüçlerinde ne var?

 

Devenin ana yurdu Kuzey Amerika'dır. Tarih içinde oradan Güney Amerika ve Asya'ya yayılmıG,
Kuzey Amerika kıtasında ise zamanla yok olmuGtur. Güney Amerika'daki lama, alpaka (bir cins
koyun), guanako {lamanın irisi) gibi hayvanlar devenin akrabaları sayılabilirler.

YaGadıkları kum fırtınalarına ve diğer olumsuz Gartlara uyabilmek için iki sıra koruyucu kirpikleri
ve tüylü kulak delikleri oluGmuG, burun deliklerini açıp kapayabilme, çok uzaktan görebilme ve
koku alabilme yeteneklerine sahip olmuGlardır.

Develerin tek hörgüçlülerine Arap devesi, çift hörgüçlülerine ise Baktriane (Bactrian) devesi adı
verilir. Baktriane Afganistan'ın kuzeyinde bir yer olup bugün adı pek bilinmemesine rağmen çok
çeGitli medeniyet ve kültürlere ev sahipliği yapmıG, çok önemli tarihi geçmiGi olan bir bölgedir.

Her iki cins deve de yük hayvanı olarak kullanılırlar. Çift hörgüçlü deve daha yavaGtır (3-5
kilometre/saat) ama bir günde kervan içinde durmadan 50 kilometre yol gidebilir. Hörgücünün
tepesine kadar olan yüksekliği 2 metre iken Arap devesinin sadece bacak yüksekliği neredeyse 2
metredir. Arap devesi 18 saat boyunca saatte 13-16 kilometre hızla yol alabilir. Develerin yük
hayvanı olmalarının yanında etlerinden, sütlerinden, yünlerinden ve derilerinden de faydalanılır.

Genelde develerin hörgüçlerinde su olduğuna, bu sayede çöllerde uzun süreli yolculuklara bu
kadar dayanıklı olduklarına inanılır ama gerçek bu değildir. Öyle olsaydı deve vücudundan su
tükettikçe hörgücünün de bir balon gibi porsuyup inmesi gerekirdi.

Develerin hörgüçlerinde sadece yağ bulunur. Burası 30-35 kilogramlık bir yağ deposudur.
Genellikle bir çok hayvan ilerde enerji kaynağı olarak kullanmak üzere vücudunda yağ depolar
ama develer bunu hörgüçlerinde yaparlar. Yiyecek bulamadıkları zaman buradan faydalanırlar.
Hörgücün bir ikinci iGlevi de deveyi çölün kızgın güneGinden korumasıdır.

Develer zaten çölde suya az gereksinim duyarlar. 40 dereceyi bulan sıcaklıklarda iki haftaya
yakın susuz kalabilirler. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyüktür. Bu sayede nefes
verirken havada bulunan nemin üçte ikisini geri kazanabilirler.

Bir devenin vücudundaki toplam suyun yüzde 22'sinin kaybı halinde karnı çekilir, kasları büzüGür
ama bu, onun performansını çok etkilemez. Buna karGın bir insan vücudundaki suyun yüzde 5'ini
kaybedince görme duyusunda azalma baGlar, yüzde 12'sini kaybedince de ölebilir.

Develerin susuzluğa dayanıklı olmalarının nedeni su kayıplarının büyük bir kısmının
dokularındaki sudan olması, kandaki suyun pek etkilenmemesidir. Ancak bütün bu özelliklere
rağmen susuzluğa dayanma rekoru develerde değil, farelerdedir. Bu konuda zürafa da her ikisiyle
yarıGabilir.

Yeri gelmiGken develerin bir baGka özelliğine de değinelim, hayvanlar arasında sadece deve, kedi
ve zürafa önce sağ taraftaki ön ve arka ayaklarını, sonra sol taraflakileri atarak yürürler. Yani sol
- sağ seklinde değil sol - sol, sağ - sağ Geklinde. Hatta Giirdeki aruz vezninin ritminin Arap
yarımadasındaki develerin bu yürüyüGlerindeki ritimden doğduğu bile rivayet edilir.

 

 

 

 

 

 Arılar niçin bal yaparlar?

 

Tabii ki sadece insanlar yesinler diye değil. Bal arıları eGek arılarından farklı olarak kıGı koloni
halinde geçirirler. Koloni kıG uykusuna yatmaz ama bir salkım gibi kümeleGir. Bu Gekilde kıG
süresince sıcak ve aktif olarak kalabilirler. Bunun için de önceden, yaz aylarında yeterli miktarda


bal depo etmeleri gerekir. Ortalama bir kovanın kıGlık bal ihtiyacı 9-13 kilogram kadardır.

Bal arılarının bal yapma kapasiteleri ise uygun yer bulabildiklerinde bundan çok daha fazladır.
GGte arıcılığın felsefesinde de bu yatar. Sen arılara imkan sağla, onlar da hem kendileri hem de
senin için bal üretsinler. Arılar kendilerine yetebilecek miktardan 2-3 kat fazla bal
üretebildiklerinden arıcılar da kovana Gekerli Guruplar koyarak onlara bu ortamı hazırlarlar. Arılar
da sonradan ellerinden alınan bu ürün fazlasını dert etmezler.

Arıların balı çiçeklerden topladıkları nektarı ağızlarındaki bir emzimle birleGtirip altıgen
biçiminde balmumundan yaptıkları hücrelere depoladıklarını biliyoruz. Bu karıGımın su oranının
yüzde 17'ye kadar düGmesini bekledikten sonra hücrelerin ağızlarını yine bir balmumu tabakası
ile kaplarlar. Artık arıcı için mahsul zamanı gelmiGtir. Ağzı kapalı hücrelerdeki bal hiç bozulmaz,
saklama zamanı süresizdir.

Arılar böcek dünyasının en geliGmiG sosyal hayatına sahiptirler. GGçi arılar dünyaya geldikten
sonra bir ay içinde kovanda bir iki günlük sürelerle temizlik, larvaları besleme, balmumu yapma,
yiyecek taGıma, muhafızlık gibi değiGik görevler yaparlar. Sonra uçuG baGlar, çiçekler ziyaret
edilir, nektar, polen ve su toplanır.

GGçi arılar çalıGma mevsiminde 4-8 hafta yaGarlar. KıG mevsiminde ise arkadan gelen gençler
olmadığı için ömürleri 5-7 ay sürebilir. GGçi arılar diGi olmalarına rağmen kısırdırlar, yavru yapma
yetenekleri yoktur.

Arılar polenleri, su ile karıGtırıp larva halindeki yavruları beslemek için toplarlar. Bir arı
kovandan 7 kilometre uzağa gidip, geri dönebilir. Ancak arılar normal olarak kovanlarından
ortalama bir kilometre kadar uzaklaGırlar.

Arılar bu yolculuklarında yollarını güneGin pozisyonuna göre saptarlar. Ayrıca yer kürenin
manyetik alanına karGı da hassastırlar. Gözleri polarize ıGığa karGı o kadar hassastır ki çok kalın
bir bulut tabakasının ardından gelen zayıf bir güneG ıGığıyla bile kötü havalarda yollarını
bulabilirler.

Arılar geceleri ortadan yok olurlar ama uyumazlar. Gece boyu hareketsiz kalarak enerjilerini
ertesi günkü yoğun iGler için biriktirirler.

Arılar renklerin çoğunu görürler. IGık dağılımında mavi ve ona yakın renkleri daha iyi görürler.
Ultraviyole ıGınlarına karGı da çok duyarlıdırlar. Ultraviyole ıGınlarını çok yansıtan çiçekler onlara
daha parlak görünür. Kırmızı rengi hiç ayırt edemezler.

Bize bu derecede faydalı olan arılar etrafımızda dolaGtıklarında veya balkonda kahvaltı sefası
yaparken reçel tabağına konduklarında çoğu insan huzursuz olur. Bunun nedeni minik arının
sokma tehlikesidir. Halbuki arılar sadece iki durumda canlılara saldırır ve sokarlar:

l) Kolonilerine bir tehdit olduğunda korumak için;

2) Korkutuldukları zaman. Bu nedenle arı kovanlarına çok yaklaGmamanız, el kol hareketleri
yaparak hızlı hareket etmemeniz önerilir.

Arılar insanı soktuktan sonra genellikle ölürler, çünkü arı tarafından sokulan insan ani bir
hareketle arıyı fırlatınca arının iğnesi ile beraber zehir torbası ve ifrazat bezi de yırtılarak arıdan
ayrılır ve soktuğu yerde kalır. Glginçtir ki bu kalan zehir torbasındaki kaslar arıdan ayrılsalar bile
zehri pompalamaya bir süre devam ederler. Bu nedenle tırnağın ucu ile bir an evvel iğneyi
soktuğu yerden çıkarmakta fayda vardır.

Arı zehrine alerjisi olan kimselerde arı sokmaları ağır tepkilere hatta ölüme yol açabilir. Buna
karGın arı zehri bazı ağrılı hastalıkların özellikle romatizmanın tedavisinde kullanılır.

 

 

 

 


 

 Yumurtanın niçin bir tarafı yuvarlak diğer tarafı sivridir?

 

Eğer köGeli olsalardı kenarları dayanıklılık açısından çok zayıf olurdu. güphesiz böyle bir
yumurtayı yumurtlamak da tavuk için bir iGkence olurdu. Aslında dıG yüzeyi en dayanaklı
geometrik Gekil küredir ama bu Gekildeki bir yumurta da bulunduğu yerden yuvarlanıp gidince
nerede duracağı belli olmaz.

Hemen hemen tüm kuG yumurtalarının bir tarafı daha yuvarlak diğer tarafı da daha incedir. Bu
sekil, yumurtaların yuvada birbirlerine en yakın ve en az hava boGluğu bırakacak Gekilde
durmalarını sağlar. Böylece hem ısı kaybı önlenir hem de yuvadaki yerden en iyi Gekilde
faydalanılır.

Yumurta yuvarlanıp gittiğinde düz gitmez, ince tarafı üstünde dairesel bir yol çizer ve baGladığı
yere yakın bir noktada durur. Yani bu Gekli ile yumurtanın düz bir yüzeyde yuvarlanarak
kaybolup gitmesi mümkün değildir. Asıl önemlisi bu Gekli ile yumurtanın kuGtan veya tavuktan
daha rahat çıkmasıdır. Genel tahminin aksine yumurtanın yuvarlak yani daha geniG tarafı önce
çıkar. Hem bunu hem de yumurtanın her iki tarafındaki farklı Geklini sağlayan yumurtanın çıkıG
yolu üzerindeki kaslardır.

Pek alakasız gözükse de tavuğun içinde yumurtanın oluGmaya baGlayabilmesi için önce güneG
ıGığının veya yapay bir ıGığın tavuğun gözüne çarpması gerekir. Böylece göz yolu ile uyarılan
tavuğun hipofiz bezi bir hormon salgılar. Bu hormon kan dolaGımına girer ve bu yolla
yumurtalığa taGınır.

Hormon burada bulunan binlerce yumurtadan birinin içine pirer ve o yumurtanın aniden çok hızlı
bir Gekilde büyümesini sağlar. Önce yumurta sarısı meydana gelir ve yumurta, yumurta kanalına
geçer, döllenme organlarında geçirdiği aGamalardan sonra 24-25 saatte oluGumunu tamamlar.

Yumurta, yumurta kanalını kesik kesik hareketlerle geçer. Buradaki dairesel kaslardan sırası ile
geçerken, yumurtanın önündeki kas gevGek durumda iken arkasındaki kas kasılır, daralır.

Yumurta bu kanalın baGında iken küre Geklindedir. Glerlemesi sırasında arkada kalan dairesel
kaslar büzüGerek hem yumurtayı ileri iterler hem de bu kısmına baskı yaparak konik bir sekil
almasına sebep olurlar. ÇıkıGa kadar yumurta kabuğu da sertleGir ve bu haliyle dıGarı çıkar.
Yumurtanın Geklinin ve kalın kısmının önce çıkıGının nedeni de budur. Sürüngenlerde ise bu
düzenek yoklur. Onların yumurtaları çıkıGta küresel Gekildedir.

 

 

 

 

 

 KuGlar nasıl konuGabiliyorlar?

 

Sadece papağan ve muhabbet kuGları değil, üzerinde uğraGıldığında kargalar, kuzgunlar,
saksağanlar ve sığırcıklar da konuGabilirler. Hatta bir kaç kelime söyleyebilen serçe ve kanaryalar
bile kayıtlara geçmiGtir.

Aslında bu, kuGların yaptıkları konuGma değil, sesleri ezberlemeleri ve taklit etmeleridir. Her
insan ağzı ile konuGur ama konusabilmeyi sağlayan asıl organ beyindir. Beyinde oluGan
düGünceler daha sonra dilimize ve dudaklarımıza aktarılır. Hayvanlar bu nedenle konuGamaz.
Papağan ve benzeri kuGların yaptıkları da konuGma değil, mükemmel bir ses tınısı ezberi ve
tekrarıdır.

KuGların ses organlarının memeli hayvanlardan çok farklı olarak gırtlakta değil de göğüs


kafeslerinin dibinde, karın boGluğunun derinliklerinde yer alması kuGların bu ses taklit
özelliklerini daha anlaGılmaz bir hale getirmektedir. Ses organlarının bu yeri dolayısıyla tavuk,
ördek gibi bazı kuGgiller kafaları kesildikten sonra da ötmeye devam ederler.

Bu ses taklit yeteneği bazı kuGların doğasında vardır. Tabiatla içice yaGarken diğer kuGların
seslerini taklit edebilmeleri sayesinde onlarla daha iyi iletiGim kurabilmiGler ve çevreye daha iyi
uyum sağlayabilmiGlerdir.

KonuGma denilince ilk akla gelen kuG olan papağanlar Avrupa'ya ilk olarak Büyük Gskender
tarafından Hindistan'dan getirilmiGlerdir. Papağanlar arasında en iyi konuGan tür olan Afrika
Papağanları'nın geliGi ise daha sonradır. Muhabbet kumarı 19. yüzyılın ortalarında Avustralya'dan
Avrupa'ya getirilmiGlerdir. Papağanlar insan isimleri, selam, emir ve soru sözcüklerini
öğrenmekten hoGlanırlar. Bir papağan 500-600 kelime öğrenebilir. Zamanla bazı kelimeleri
unutur ve yerine yeni kelimeler öğrenir.

Papağanların insan seslerini ve hayvanların bağırıGlarını son derece benzeterek taklit etme ve
parmaklarını kullanabilme yeteneklerine rağmen çok geliGmiG bir tür oldukları söylenemez.
Uzmanlara göre papağanlar, ruhsal bakımdan kargagillerden daha az geliGmiGlerdir.

 

 

 

 

 

 

 

 Fillerin kulakları niçin büyüktür?

 

Fillerin kulaklarının büyüklüğünün daha iyi iGitmeleri ile bir ilgisi yoktur, kulaklar soğutucu
görevi yaparlar.

Bilindiği gibi filler çok büyük hayvanlardır ve havanın çok sıcak olduğu bölgelerde yaGarlar.
Filin kulaklarında bir çok kan taGıyıcı damar vardır. Bunlar sıcak kanı kulağın yüzeyine taGırlar
ve sıcaklığın buradan havaya gitmesini sağlarlar. Böylece hayvancağız kulaklarını oynatarak
kendini serinlemiG hisseder.

Afrika filleri çok az ağaç bulunan kurak yerlerde yaGadıklarından kulakları daha büyüktür.
Asya'da özellikle Hindistan'da ise fillerin saklanabilecekleri ağaç gölgeleri çok olduğu için
oralarda yaGayanların kulakları daha küçük ve üçgenimsidir.

Afrika filleri Asya fillerinden ortalama yüzde 5 daha büyüktürler.

Bugüne kadar yaGayan fillerin içinde büyüklük rekoru 4,10 metre yükseklik ve 10,7 ton ağırlık ile
bir Afrika filine aittir. Fillerde diGler yeme değil de savunma amaçlı olup Asya fillerindekiler
daha ince ve uzun ama daha hafiftirler.

Filin burnu değiGikliğe uğrayarak uzamıG, yakalayıcı bir hortuma dönüGmüGtür. Bir insanın
vücudundaki kasların sayısı 600 iken bir filin gövdesinde 50 bin kas vardır. Gnsanda kalp tek bir
kastan oluGmuGken gülmek için 17, surat asmak için ise 43 kasın çalıGması gerekir. Yani gülmek
daha az yorucudur. Fillerin kaslarının 40 bini hortumda bulunur. Bu hortumu ile fil bir ağacı
devirebilir, yerdeki bir toplu iğneyi alabilir.

Filleri diğer hayvanlardan ayıran bazı ilginç özellikleri vardır. Örneğin fil zıplayamayan tek
memeli hayvandır. Ayrıca fil insanın dıGında baGı üstünde amuda kalkabilen tek hayvandır.

Filler parmak uçlarına basarak yürürler, çünkü ayaklarının geri taraflarında kemik yoktur, bu
bölge sadece yağdan oluGmuGtur. Bir günde 30 kilometre yüzebilirler, bu arada hortumlarını
Gnorkel gibi kullanarak hava alabilirler. Suyun kokusunu 5 kilometre öleden alabilirler ve bir


günde 250 litre su içebilirler. Filler, özellikle Asya filleri sakin ve uyumlu hayvanlardır. Ancak
bugüne kadar sirklerde ölümcül kazalara aslan ve kaplanlardan çok filler yol açmıGlardır.

Fillerin en önemli özelliklerinden birinin kendilerine yapılan bir hareketi unutmadıkları olduğu
söylenir. Bu inanıG tam doğru değildir. Yapılan deneylerde fillerin zor öğrenen ama bir kere
öğrenince ömür boyu unutmayan hayvanlar oldukları saptanmıGtır. Kendisine yapılan kötü bir
hareketi hiçbir zaman unutmayan hayvan devedir. Kendisini döven kim olursa olsun fırsatını
bulduğunda intikamını alır. Dayak yedikten yıllar sonra sahibini öldüren develer görülmüGtür.
'Deve kini' tanımı iGte bu nedenle kullanılır.

 

 

 

 

 

 

 

 Atlara niçin gözlük takıyorlar?

 

'Olaylara at gözlüğü ile bakmak' ifadesi bir kiGinin bir olaya tek bir açıdan baktığını, ona etken
olan diğer olayları veya faktörleri göremediğini veya görmek istemediğini anlatmak için
kullanılır.

Aslında atlar için takılan gözlük, Gekil olarak bile gözlüğe benzemez, onların görüG kapasitelerini
arttırmak için değil aksine azaltmak için takılır.

Atın evcilleGtirilmesi, insanın dostu olarak en ağır iGlerde yardımcı olması, binek hayvanı olarak
daha uzak yerlere ulaGmasını sağlaması, savaGlarda ölüme beraber gitmesi o kadar eskilere
dayanır ki bildiğimiz atın yabani soyu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bugün steplerde yaGlı bir
aygırın önderliğinde sürüler halinde yaGayan ve yabani olarak nitelendirilen atların evcil atlardan
türeme oldukları herkes tarafından kabul edilir.

Canlıların gözlerinin algılayıp beyine bildirdikleri üç ana husus vardır: Biçim, renk ve mesafe.
Özellikle avcı olmayan otobur hayvanlar için tehlikeyi uzaktan sezip, iyi bir mesafe tahmini
yaparak kaçabilmek çok önemlidir.

Atlar her iki yandaki gözleri sayesinde hem Önlerini hem de arkalarını görme yeteneğine
sahiptirler. Ne var ki gözleri birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bu da at için cisimlerin mesafelerini
tespit bakımından büyük bir zafiyet yaratır.

At arkasından ya da yandan yaklaGan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın veya uzakta
olduğunu kavrayamaz. Nesneleri neredeyse iki misli büyük gören at tehlikeyi olduğundan daha
yakındaymıG gibi algılar. Bu nedenle de sürekli endiGe içindedir.

YarıG atlarına koGu sırasında yandaki hemcinslerinden ürkmemeleri için yan taraflarını
görmelerini engelleyecek gözlükler konulurken at arabalarını çekenlere sadece önlerini
görmeleri, diğer yönlerde olan hareketlerden etkilenmemeleri için gözlük takılır. Yani at gözlüğü
ile bakmak insan için olumlu bir davranıG değildir ama atlar için durum farklıdır.

 

 

 

 

 

 Atlara niçin gözlük takıyorlar?

 


'Olaylara at gözlüğü ile bakmak' ifadesi bir kiGinin bir olaya tek bir açıdan baktığını, ona etken
olan diğer olayları veya faktörleri göremediğini veya görmek istemediğini anlatmak için
kullanılır.

Aslında atlar için takılan gözlük, Gekil olarak bile gözlüğe benzemez, onların görüG kapasitelerini
arttırmak için değil aksine azaltmak için takılır.

Atın evcilleGtirilmesi, insanın dostu olarak en ağır iGlerde yardımcı olması, binek hayvanı olarak
daha uzak yerlere ulaGmasını sağlaması, savaGlarda ölüme beraber gitmesi o kadar eskilere
dayanır ki bildiğimiz atın yabani soyu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bugün steplerde yaGlı bir
aygırın önderliğinde sürüler halinde yaGayan ve yabani olarak nitelendirilen atların evcil atlardan
türeme oldukları herkes tarafından kabul edilir.

Canlıların gözlerinin algılayıp beyine bildirdikleri üç ana husus vardır: Biçim, renk ve mesafe.
Özellikle avcı olmayan otobur hayvanlar için tehlikeyi uzaktan sezip, iyi bir mesafe tahmini
yaparak kaçabilmek çok önemlidir.

Atlar her iki yandaki gözleri sayesinde hem Önlerini hem de arkalarını görme yeteneğine
sahiptirler. Ne var ki gözleri birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bu da at için cisimlerin mesafelerini
tespit bakımından büyük bir zafiyet yaratır.

At arkasından ya da yandan yaklaGan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın veya uzakta
olduğunu kavrayamaz. Nesneleri neredeyse iki misli büyük gören at tehlikeyi olduğundan daha
yakındaymıG gibi algılar. Bu nedenle de sürekli endiGe içindedir.

YarıG atlarına koGu sırasında yandaki hemcinslerinden ürkmemeleri için yan taraflarını
görmelerini engelleyecek gözlükler konulurken at arabalarını çekenlere sadece önlerini
görmeleri, diğer yönlerde olan hareketlerden etkilenmemeleri için gözlük takılır. Yani at gözlüğü
ile bakmak insan için olumlu bir davranıG değildir ama atlar için durum farklıdır.

 

 

 

 

 

 AteG böceği nasıl ıGık saçıyor?

 

Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek
sarı-yeGil bir ıGık veren bir böceği görmüGsünüzdür. Yanına yaklaGıldığında ıGığını söndüren, gece
karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateG böceğidir.

Aslında bu böceğin verdiği ıGığın ateGle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bunun bilimsel adı
'soğuk ıGık'tır ki günümüz teknolojisi bu ıGığı henüz yapay olarak üretmeyi baGaramamıGtır. Bilim
insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalıGma
mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalıGmalarına

hız vermiGlerdir.

Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ıGık elde etmenin imkansız olduğuna
inanılıyordu. Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4'ünü, florasan ampul
ise yüzde 10'unu ıGığa dönüGtürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateG böceğinde de
benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iG için kullandığı enerjinin
tamamını ıGığa dönüGtürebildiğini tespit edince hayrete düGtüler. Gelelim ateGböceğinin ıGık
üretme mekanizmasına... Aslında ateG böceklerinin ıGık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu
fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkansızdır. Yani ıGık üretim mekanizması
hakkındaki bilgiler hala teoride kalmaktadırlar. Kesin olarak bilinen bunun moleküler seviyede
kimyasal bir iGlem olduğu, bazı moleküllerin ayrıGarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve


bu fazla enerjiyi ıGığa dönüGtiirebildikleridir.

AteG böceğinin karın bölgesindeki ıGık organında bulunan guddelerden, ıGık elde elmede rol alan
iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmıG ve
yapay olarak elde edilmiGtir. Gkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik
olarak üretilmesi hala mümkün olamamıGtır.

AteG böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleGiminin de ıGık vermeye tam olarak yetmediği,
böceğin ıGık bölgesine yakın solunum organının ıGık verme anında burayı oksijenle beslemesi
gerektiği tespit edilmiGtir. Bilinmeyen bir baGka ayrımı ise bu ıGığı hangi Galterin açıp kapadığıdır.

Bu gizemli böceklerin 2 bin çeGidi olup erkekleri uçabilirken diGileri kanatsızdırlar. Erkekler
diGileri aramak için geceleri uçarlar ve ıGıklarını birbirleri ile iletiGim kurmak için kullanırlar. En
iyi ıGık verimini geliGmiG diGiler verir. AteG böcekleri geceleri 3 saat süreyle ıGık verebilirler.

Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli
bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu
yiyen bir düGmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha baGka ateG böceği yemeye teGebbüs etmez.

 

 

 

 Böcekler mi üstündür, insanlar mı?

 

Biz insanlar kendimizi tabiattaki en mükemmel varlık olarak kabul eder, dünyanın asıl sahibi
olduğumuzu zannederiz. Oysa diğer canlılar bir yana insanlar böceklerle yaptığı savaGtan bile
galip çıkamamıGtır. Bir kere böcekler, insanın ortaya çıkmasından milyonlarca yıl önce de
dünyada yaGıyorlardı.

O devirlerde onlarla birlikle yaGayan, baGta dinazorlar olmak üzere, bir çok canlı türü tabiattan
silindikleri halde, onlar çoğalma kapasiteleri ve farklılaGarak yeni türler çıkarma yetenekleri
sayesinde günümüze kadar gelebilmiGler, okyanusların derinlikleri hariç dünyanın her köGesinde
yaGamayı baGarmıGlardır.

Gnsan en baGtan beri böceklerle savaG halindedir. Bilim ve teknolojinin bu kadar geliGmesine
rağmen insan bu savaGta nihai zafere ulaGamamıGtır. Halbuki böcekler fare piresi ile yayılan veba
mikrobu aracılığıyla tarihte 100 milyonun üzerinde insanın ölmesine sebep olmuGlardır.
Böceklerle taGınan virüs, bakteri ve mikropların insana verdiği zarar ve zayiata tarih boyunca hiç
bir savaG sebep olamamıGtır.

Glk bakıGta boyutlarının küçüklüğü böcekler için bir dezavantaj olarak görülebilir. Oysa
böceklerin insanlarla savaGlarındaki baGarılarının en önemli faktörlerinden biri de bu
boyutlarındaki küçüklüktür. Böcekler bu bedenleri ile her yere girebilmekte, kolaylıkla
kaçabilmekte, saklanabilmekte, gıdamıza ortak olmakta, evimizde yaGamakta hatta kanımızı bile
emebilmektedirler.

Böceklerin beden yapılarının küçük olması, onların çok kuvvetli bir kas sistemine ve inanılmaz
fiziksel özelliklere sahip olmalarını sağlamıGtır. Bacak uzunluğu 1,2 milimetre olan bir pire 196
milimetre yüksekliğe sıçrar ve 330 milimetre uzaklığa rahatça atlar.

Eğer insanoğlu kendi bedenine göre pire kadar kuvvetli olabilseydi bacak uzunluğu 90 santimetre
olan ortalama bir insan 146 metre yüksekliğe sıçrayabilir, 247 metre uzağa atlayabilirdi.
MuhteGem kas yapıları nedeni ile bir kaç milimetre boyunda olan bir sinek saniyede 330 kez
kanat çırpabilir, küçük bir karınca ağırlığının 50 katı kadar bir yükü itebilir.

Böcekler üreme bakımından da insanlardan çok üstündürler.

Bir çift sineğin bıraktığı yumurtaların hepsi yaGasa ve bunlar erginleGtikten sonra hepsi üremeye
devam edebilse 5 ay içerisinde sayıları inanılmaz bir miktara ulaGırdı (l91'in yanına 18 tane sıfır


koyun). gükür ki tabiatın dengeleri hiçbir zaman buna müsaade etmez.

Böceklerin bir çoğu insan kemiğinden daha sert, daha dayanıklı ve hafif, mekanik ve kimyasal
dıG etkenlere hatta aside dayanıklı bir dıG iskelete veya beden duvarına sahiptirler.

Ayrıca böceklerin dünyada yaGadıkları yerlerde nüfus yoğunlukları da çoktur. Çekirgelerin sürü
halindeki uçuGlarında 320 kilometrekarelik bir alanı kapladıkları görülmüGtür. Ormanlık bir
bölgede 4 bin 500 metrekarelik bir alanda, toprağın üstünde ve altında 65 milyon böcek
yaGayabilmektedir. Eğer dünyadaki bütün böcekler bir araya gelebilselerdi, bunların toplam
ağırlığı, dünyamızda yaGayan tüm insanların ve hayvanların ağırlıklarının toplamından fazla
olurdu.

gimdiye kadar böceklerin hep zararlarını anlattık. Gpeği yapan ipek böceği ya da balı yapan arı da
birer böcektir. Çiçeklerin ve meyvelerin çoğunun üremeleri böceklerin taGıdıkları tozlarla olur.

O halde dünyamızın bu üstün yaratıkları ile savaGla, iyi ile kötüyü ayırt etmeye, tabiatın dengesini
bozmamaya çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Zaten Gimdilik her iki taraf da belirgin bir
üstünlük sağlamıG değillerdir.

 

 

 

 

 

 KuGlar dünyasında niçin erkekler daha süslü?

 

Hayvanlar aleminde genellikle diGiler erkeklerini seçerler. Bu nedenle erkek cazip olmak
zorundadır. Sadece dıG görünüGü ile değil kuGlarda olduğu gibi özellikle çiftleGme zamanında
sesleriyle, yani ötüGleriyle de rakiplerinden üstün olmaları gerekir.

DiGileri cezbetmek için bu kadar gösteriGli olmak erkekleri düGmanları için çok kolay bulunan bir
av haline getirir. DiGiler kendilerini tabiat içinde veya yuvalarında gösteriGsiz renkleri ile daha iyi
saklayabilir, düGmanların dikkatlerini çekmezken çoğunlukla erkekler hedef olurlar.

Aslında tüm kuGlar memeli hayvanlardan daha güzel ve süslüdürler. Bu, kuGların tüylerindeki
melanin denilen bir maddeden kaynaklanmaktadır. Bu madde insanın saç ve derisinde de vardır
ama miktarı kuGlardakine oranla çok azdır.

Hayvanlar dünyasında güzellik ve renklilik önemli bir iletiGim aracıdır. Çevresindekilere
büyüklük, güç, yaG ve cinsiyet konularında fikir verir, etkiler.

Gnsanların aksine hayvanlarda erkek daha güzeldir, diGisinden görünüm ve ebat olarak farklıdır.
Erkek geyiğin gösteriGli boynuzları, erkek aslanın yelesi, horozun ibiği hep ya düGmana karGı
veya sürü içinde liderlik yarıGındaki rakiplerine karGı etkileyici bir silahtır.

KuGlarda erkeklerin daha iri olmaları, parlak renkleri ve kuvvetli ötüGleri bir açıdan da yuvayı
savunma sorumluluğunu taGımalarındandır. Bu özellikler ne kadar kuvvetliyse düGman o kadar
ürküp çekinebilir, o yuvayı bırakıp daha baGka kolay avlara yönelebilir.

Güzellik ve gösteriG sadece kelebeklerde güzel olma amacına yöneliktir. Onlar ömürlerinin büyük
bir kısmını kuluçka devrinde geçirdiklerinden, kelebek Geklindeki kısacık yaGamlarında bu kadar
güzel olmaları da haklarıdır doğrusu.

Hayvanlar aleminde kuGların en çok ötenleri de erkeklerdir. Bunu hem diGi kuGu davet hem de
hakimiyetleri altında olan alanları belirtmek için yaparlar. güphesiz diGi kuGlar da en çok öten
erkeği tercih ederler. Bu tercih tabii ki erkeğin sesinin güzel olmasından dolayı değil güçlü
olmasından, hakimiyet sahasının geniG olmasından ve daha fazla yiyecek imkanına sahip
olmasındandır.

Tabiatın kanunu diGi kuGlar için de geçerlidir. Erkeklerini zengin ve güçlü oldukları için seçerler.


Aslında erkekler yiyecek bulmak için çok zaman harcamazlar, onlar daha çok öterler. gunu da
ilave edelim ki, memeli hayvan türleri içinde sadece yüzde 3'ü tek eGli iken kuG türleri içinde tek
eGlilik oranı yüzde 90'dır.

 

 

 

 

 

 Kediler balık ve sütü niçin severler?

 

Suyu, suya girmeyi, yıkanmayı sevmeyen kedilerin balığı niçin sevdiklerine gelmeden önce
kediler sudan gerçekten mi nefret eder ona bir bakalım. Kedilerin sudan nefret ettikleri inancı
doğru değildir. Mısır'da evcilleGtirilmelerinden önce yaGadıkları ortam su kenarları idi.

Su, kedinin tüylerini ıslatır ve bu da kedinin soğuğa karGı olan direncini azaltır. Eğer bulunduğu
yerin hava Gartlarına göre bu kedi için önemli ise ıslanmaktan kaçınır. Sıcak iklimlerde yaGayan
aslan, kaplan, jaguar gibi akrabaları sudan kaçınmazlar. Kaplan ve jaguarlar sudaki bir avı veya
düGmanı yakalamak için hiç düGünmeden suya atlayabilirler. Soğuk bölgelerde yaGayan kar
leoparı gibi akrabaları da gerekirse suya girerler ama derin yerlere yaklaGmazlar.

Kedilerin sudan uzak durmalarının diğer nedenleri, zaten temiz bir hayvan olmaları, biraz kaprisli
biraz da tembel olmaları ve suya girmenin menfaatleri açısından bir anlam ve amaç
taGımamasıdır. Bir taraflarına su değdiğinde bütün vücutlarını yalayarak temizlemek zorunda
kalmaları da cabası. Aslında kediler de diğer bir çok hayvan gibi suda gayet iyi yüzebilirler. Van
ve Ankara kedileri diğer cinslere göre suyu daha çok severler.

Köpekler böyle değillerdir. Sahibi denize bir sopa veya küçük bir top attığında onu alıp geri
getirmek için hiç düGünmeden, mutlu bir Gekilde suya atlarlar. Karaya çıktıklarında silkelenerek
etraftakilere de duG yaptırırlar. Ne var ki su, köpeklere kedilerden daha fazla zararlıdır. Köpek
derisinde ter bezleri yoktur, sadece bol miktarda yağ bezi vardır.

Köpekler insanlarda olduğu gibi ısı düzenlemesi için terlemezler, ısı ayarını solunum sistemleri
ile yaparlar. Çok yıkanırsalar deri kurur ve çatlar. Belki bu nedenle köpekler suya girdikten sonra
tozlu topraklı yerlere gidip yatarlar.

Ev kedisinin balık sevmesinin yanında kuGlara ve farelere de olan düGkünlüğünün nedeni
evcilleGtirilmeden önce Nil vadisinde balık, kurbağa, küçük kuGlar ve fareleri avlayarak yaGamıG
olmasıdır. Zaten eski Mısırlılarda kedileri evcilleGtirme düGüncesini yaratan da bu fare
yakalamadaki ustalıkları olmuGtur.

Günümüzde bile kedinin kuzey Hindistan ve güneydoğu Asya'da yaGayan türleri ırmakların
kenarlarında dolaGarak balık avlarlar. Patileri ile balıkları sudan dıGarı atar, bu arada gerekirse
tamamen suya da girerler. Ev kedileri, özellikle yavru olanları havuz veya akvaryumlardaki
balıklara karGı aynı eğilimi gösterirler, bu amaçla ıslanmaktan da pek kaçınmazlar.

Yunanlı tarihçi Siculus eski Mısır'ı anlatırken kedi bakıcılarının onları ekmek ve sütle
beslediklerinden, Nil nehrinden getirdikleri balıkları çiğ olarak yedirdiklerinden bahseder.
Günümüz kedilerinin balık merakının vahGi atalarından gelen genlerden, süt zevkinin ise Mısırlı
bakıcıların yarattığı beslenme alıGkanlığından kaynaklandığı anlaGılıyor.

 

 

 

 KuGlar göç ettikten sonra niçin geri dönerler?

 


KuGların kıG ayları gelirken niçin güneye, ılıman bölgelere göç ettiklerinin nedeni herkes
tarafından bilinir. KıGın beslenemeyecekleri için göç ettikleri bilgisi genel anlamda doğrudur ama
kuGların göçü sanıldığı kadar basitçe izah edilebilecek bir olay değildir.

KuGların göç nedenlerinin atalarından, buzul çağı zamanlarından kalma olduğunu ileri sürenler de
var. Ancak günümüzdeki görüGler, kuGların iç biyolojik takvimlerine göre belirli zamanlarda
hormonal dengelerinin değiGtiği, uzun bir yolculuğa hazırlık olarak vücutlarında yağ depolama
miktarlarını arttırdıkları, kıGı beklemeden hava Gartlarındaki değiGiklikleri hissettikleri an göç
yollarına düGtükleri Geklinde.

Bu görüGlere göre kuGlar Eylül ayı civarında göçe baGlasalar bile yağ depolamaya çok daha önce,
yazın en sıcak günlerinde baGlıyorlar. Belki kar yağıGının geleceğini bilmiyorlar, belki de göçmen
kuGlar hayatlarında hiç kar görmediler, karlı ortamda yaGamadılar, yiyeceksiz kalmadılar ama
göçme iGini tecrübeleriyle değil biyolojik takvimleri ve bunun tetiklediği hormonal değiGimler
sayesinde otomatik olarak yapıyorlar.

Soğuk havalar gelirken kuGların daha ılıman yerlere göç etmeleri tamam da göç ettikten sonra
niçin tekrar geri dönüyorlar? Daha sıcak iklimlerde yaGamak, bol yiyecek bulmak, daha mutlu
olmak için yüzlerce kilometre yol git, sonra da gerisin geriye dön.

Bu, biraz insanların yaz aylarında yazlığa gidip dönmelerine benziyor ama insanlarda durum
farklı, çocukların okulları, ebeveynlerin iGleri var.. Gerçi insanlarda da göçmenlik yaygın ama
onlar göç ettikleri yerlerde kalırlar. Zaten bu düGünülmüG, belirli bir ihtiyaç ve amaç uğruna
yapılmıGtır, kuGların bu göç iGini oturup düGünerek yapmadıkları bir gerçek.

KuGların göç ettikten sonra baharda tekrar geri dönmelerini uzmanlar çeGitli sebeplere
bağlıyorlar. Birinci sebep, Güphesiz baharda kuzey yarımkürenin ısınması. Bu mevsimde
gündüzlerin uzaması nedeniyle yiyecek arama sürelerinin artması ve ana besinleri olan böceklerin
çoğalması da diğer sebepler.

Bu arada güney yarımkürede bu kadar kuGu besleyecek yiyecek olmaması aksine kuG avlayarak
beslenen hayvanların çok olması da ilkbahardaki geri dönüGe etken. Bütün bu nedenlere rağmen
geri dönüG sinyalini yine de biyolojik takvimlerinin verdiği biliniyor.

KuGların göç ettikten sonra geri dönmeleri kadar, Ekvator Afrikası'ndan dönen bir kuGun Doğu
Anadolu'da bir ahırda bir evvelki yıl yaptığı yuvayı tekrar bulabilmesi de ilginçtir. Yapılan
araGtırmalar göstermiGtir ki, göçmen kuGların baGlıca dayanak noktalan gündüz GüneG, geceleri
ise yıldızlardır. Hava kapalıysa akarsular, dağlar gibi yeryüzündeki coğrafik Gekilleri
kullanıyorlar. Göçmen kuG türlerinin bir çoğunun yolculuklarında yerin manyetik alanından da
faydalandıkları tespit edilmiGtir. Yakıt olarak vücutlarındaki yağı kullanan kuGların göç süresince
kat ettikleri mesafeler de inanılmazdır. Örneğin dıG görünüGü ile diğer kırlangıçların aynısı olan
Kutup Denizi Kırlangıcı her yıl Arktika'dan Antarktika'ya ve tersine 17 bin, toplam 35 bin
kilometre uçar. Ama birbirinin benzeri iklimde ve buzlarla kaplı bu iki yer arasında gidip
gelmekte ne bulur bilinmez.

 

 

 

 

 

 Arıların bal petekleri niçin altıgendir?

 

Arılar doğanın gerçekten usta mimarlarıdırlar. Kesiti düzgün altıgenler oluGturan prizma
Geklindeki petek gözlerinin dipleri bir piramit oluGturarak sona ererler. Kovanlardaki Gekliyle dik
duran her petekte, petek gözleri yatayla sabit bir açı yapacak Gekilde inGa edilirler.


Her bir gözün derinliği 3 santimetre, duvar kalınlığı ise milimetrenin yüzde beGi kadardır. Bu
kadar ince duvar kalınlığına rağmen altıgen yapı nedeniyle büyük bir direnç kazanırlar ve arıların
depoladıkları kilolarca balı rahatlıkla taGıyabilirler.

Arıların petek gözlerini kusursuz bir Gekilde altıgen yapmalarının baGka sebepleri de vardır. Eğer
beGgen, sekizgen veya daire Gekillerini seçselerdi bitiGik gözler arasında boGluklar kalacak, iGçi
arılar fazla mesai yaparak ve daha fazla balmumu harcayarak bu boGlukları doldurmak zorunda
kalacaklardı.

Gerçi üçgen veya kare yapsalardı bu boGluklar olmayacaktı ama altıgenin bir baGka özelliği daha
vardır. Alanları aynı olan üçgen, kare ve altıgen Gekillerden toplam kenar uzunluğu en az olanı
altıgendir. Yani aynı miktarda balmumu ile daha çok altıgen odacığın kenarı çevrilebilir.

Aslında matematiğin, geometrinin ve simetrinin en kusursuz örnekleri sadece bal peteklerinde
değil doğanın her yerinde görülebilir. Ancak bizler günlük hayatın hayhuyu içinde bu
mükemmelliğin farkına varamayız.

Kar taneciklerinin hepsi birbirlerinden farklı altıgen Gekilleri, tohumların diziliGlerindeki spiraller,
mineral krislallerindeki geometrik yapılar ve değiGmez açılar, tavus kuGunun kuyruğundaki
lekeler, sümüklü böceğin kabuğu, örümcek ağları, tüm bunlar görünümü olarak kusursuz
olmalarına karGın müthiG bir matematik düzen de gösterirler.

Papatyanın ortasındaki sağ spirallerin sayısının 21, sol spirallerin ise 34 olması, Himalaya
çamının kozalaklarındaki pulların aynı Gekilde 5 sağ, 8 sol spiral oluGturması, kara çam
kozalaklarında ve ananas meyvesinde ise 8 sağ, 13 sol spiral bulunması tesadüf değildir elbette.

Leonardo Fibonacci (1170-1250) isimli büyük matematik ustası ta o yıllarda, her sayının
kendinden önce gelen iki sayının toplamı olduğu bir dizi geliGtirdi;

l, l, 2, 3, 5. 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, .........................

Dikkat ederseniz yukarıda verilen sağ, sol spiral sayıları, bu dizide artarda yer alan sayılardır.

Bu dizinin ilginç bir yanı da on ikinci terimden yani 144'den sonraki ardıGık sayıların birbirlerine
oranlarının (233/144 = 377/233 = 610/377) 1,61803 olması, 5. Sayı ile 12. Sayı arasındaki
oranların da bu sayıya çok yakın olmalarıdır.

15. Yüzyılın ikinci yarısında yaGamıG matematikçi Pacial Luca tabiatta daima kenarları arasında
1,618 oranı bulunan bir dikdörtgen bulunduğunu, hatta insan vücudunun da bu oranda
yaratıldığını ileri sürüyor, mahkeme tarafından yakılma tehlikesine karGı da Leonardo da
Vinci'nin çizimlerini göstererek meydan okuyordu. Zamanın heykeltraGlanın heykellerinde de bu
oranı kullandıklarını belirtmeleri üzerine bu oran 'Tanrısal Oran' olarak da anılmaya baGlandı.

 

 

 

 

 

 Horozlar niçin sabah erkenden öterler?

 

Horozun sabah erkenden, gün doğarken ötmesinin, insanları uyandırma arzusu ile bir ilgisi
yoktur. Onlar kendileri için öterler.

Aslında horozlar gün boyu öterler ama gün ağarırken ötmeleri daha kuvvetli, daha canlıdır.
Ortalık da iyice sessiz olunca çok uzaklardan bile duyulabilir. Horozların ötüG tempoları öğleden
sonra saat 3'e doğru düGer. Horozların ötmeye baGlamaları tam Gafak vakti veya çok az öncedir.

Gerek doğan GüneG'in ıGığının etkisini gerekse yine aynı zamanda ötmeye baGlayan diğer kuGların
seslerinin etkilerini ölçmek amacıyla horozlar ıGık ve ses geçirmez bir bölmeye konulmuGlar ama
yine aynı saatte ötmeye baGladıkları görülmüGtür. Buradan da sabah sabah ötmenin horozun


biyolojik saatinde ayarlanmıG olduğu anlaGılıyor.

Sabah GüneG doğarken ötmek sadece horozlara mahsus değildir. Kulağa en çok horozun sesinin
gelmesi, onun sesinin diğerlerinden daha güçlü olmasındandır.

KuGların büyük çoğunluğu da aynı saatlerde dallarda koro halinde ve kuvvetlice öterler. Gün
boyu kuGlardan duyabileceğiniz en büyük ses hacmi bu saatlere rastlar.

Bu sabah ötüGünün nedeni kuGun kendi hakimiyeti altındaki alanı belirtmesidir. Horoz da her ne
kadar uçamasa da bir kuG türü olduğundan onun da sabah ötüG nedeni aynidir. 'Her horoz kendi
çöplüğünde öter' ifadesi bu bakımdan çok doğrudur. Öterek o gün boyu kendi alanı içinde olan
kümesin ve tavukların yanına kimsenin özellikle diğer horozların yaklaGmamasını ikaz eder.

Gerek horozun gerekse diğer kuGların gün içinde ötmelerinin nedeni ise farklıdır. Bu ötüGler,
yiyeceği, tehlikeyi haber veren, diğerlerinin gözden kaybolmamaları için 'ben buradayım'
mesajını veren, zaman zaman da aGkını ifade eden iletiGim ötüGleridir.

 

 

 

 

 

 

 

 Evlerimizdeki sinekler kıGın nereye gidiyorlar?

 

Sineklerin her türü kıGın ortadan kaybolur. Havaların ısınmasıyla birlikte de aniden ortaya
çıkıverirler. Yazın karasinekler gece gündüz evlerimizin baG köGesinde dolanırlarken sivrisinekler
gündüzleri ortada görünmezler. Acaba mesai saatlerinin dıGında ne yaparlar? Sinekler, böcekler
uyurlar mı?

Sinekler ısıya çok hassastırlar. GüneG bir bulutun arkasına girdiğinde oluGan sıcaklık
değiGikliğinden bile etkilenirler. KıG günlerinde bazı bölgelerde sıfırın bile çok altına inen
sıcaklıklar onların, özellikle geliGmiG olanlarının yaGama Ganslarını yok eder.

Lavra veya yumurta halindekiler ise yaGamaya devam ederler. Bahar aylarında geliGmiG birer
karasinek olarak yaGantımıza katılırlar. Yani evinizde gördüğünüz sinekler geçen senekiler
değillerdir, onların çocuklarıdırlar.

Gnsanların olduğu yerlerde yaGayan sivrisinekler çoğunlukla gece faaliyet gösterirler. Çoğu
alacakaranlık saatlerinde, sabaha karGı ve akGamüstü daha aktiftirler. Aktif oldukları bu süre bir
veya en çok iki saati geçmez. Öyleyse sivrisinekler aktif olmadıkları, günün en azından 22 saatlik
bölümünde ne yapıyorlar?

Kuvvetli ıGık, havadaki nem oranının düGük olması ve rüzgar, sivrisineklerin iGe çıkmalarına
mani olan en önemli faktörlerdir. BoG vakitlerinde çoğunluğu, bitkiler, otlar, çimenler ve ağaçlar
üzerinde dinlenirler. Renkleri ve boyutlarından dolayı onları oralarda fark etmek kolay değildir.
Bazıları ise evlerin odalarında loG köGelerde kalırlar.

Sineklerin, böceklerin uyuyup uyumadıkları ise uyumak fiilinin tanımına bağlıdır. Zaten uykunun
gizemi de tam çözülmüG değildir. Hareketsiz kalıp, dıG ortamdan bağlantıyı koparmayı uyku
olarak nitelendirirsek böcekler de uyur, balıklar da. Fakat bu arada beyinlerinde neler oluGtuğunu
kimse bilmiyor.

Memeli hayvanların, örneğin kedilerin, köpeklerin, ineklerin uykuları ve bu sırada beyinde
oluGan elektriksel dalgalar konusunda ciddi araGtırmalar yapılmıGtır. Onların da bizim gibi
uyudukları hatta rüya bile gördükleri kesin olarak biliniyor.

Ancak bir karasineğin veya örümceğin beynine elektrik kabloları bağlayıp bir molekül


boyutundaki beyinlerinde neler olup bittiğini araGtırmak hala pratikte pek mümkün değil.

 

 

 

 

 

 KuGlar nasıl tek ayakları üzerinde uyuyabiliyor?

 

KuGların bacaklarının arkasında, ayaklarının altına kadar uzanan 'fleksor tendonu' denilen bir
kilitleme mekanizması vardır. KuG uyuyacağı vakit bacaklarını kısar ve ağırlığı bu bağlantıya
yüklenir. Bunun sonucu pençelerini tünediği yer etrafında iyice kapatır.

Bu kilitleme o kadar güçlüdür ki, kuGun minik gövdesinin salınımına hiç bir Gekilde müsaade
etmez. KuG hareket edeceği vakit bacaklarını düzleGtirir, tendon gevGer ve kilit açılır. Bu sayede
kuGlar elektrik tellerinin üzerlerinde, evcil olanlar kafeslerinde incecik bir tel veya tahta parçası
üzerinde düGmeden uyuyabilirler.

iGin bir baGka ilginç boyutu da kuGların bir kısmının, özellikle leylek, flamingo gibi uzun bacaklı
olanlarının sadece uykuda değil uyanıkken de tek bacak üzerinde durmayı tercih etmeleridir. Bu
durum basitçe diğer ayaklarını dinlendirme olarak yorumlanır ama asıl sebep baGkadır.

KuGların bacaklarında tüy yoktur. Kar, buz veya soğuk sığ suların üzerlerine konduklarında,
vücutlarından önemli miktarda bir ısı enerjisini bacakları yoluyla kaybederler. Bu nedenle tek
bacakları üstünde durarak ciddi bir enerji tasarrufu sağlarlar.

Belki dikkat etmiGsinizdir kuGların büyük bir kısmı uyurken kafalarını kanatlarının altına
sokarlar. GGte bunun sebebi de kafalarından oluGacak ısı kaybını sıcacık tüylerinin altında
önlemektir.

KuGların niçin hep havada pislediklerini düGündünüz mü hiç? KuGların, özellikle güvercinlerin
yoğun olduğu yerlerde çok fazla kuG pisliği göremezsiniz, çünkü kuGlar tuvaletlerini havada yani
uçarken yaparlar. Bu da nedense insanlar tarafından bir uğur olarak kabul edilir. Kafasına kuG
pisliği isabet eden biri önce onu nasıl temizleyeceğini düGüneceğine en yakın piyango bayisini
aramaya baGlar.

Aslında üzerimize düGen kuGun dıGkısı değil idrarıdır. KuGun idrarında üre değil suda
çözülemeyen ürik asit bulunur. Bu ürik asit toksik değildir, kendi vücutlarına zarar vermez
{arabalarımızın boyalarını ise mahveder). Böylece idrarlarını yaparken su kaybını da önlemiG
olurlar. Bu güç/ağırlık oranlarını korumaları için kuGlara tanınmıG bir ayrıcalıktır.

Ancak bu durum kuGların hiç dıGkıları yok anlamına gelmez. KuGların pisliği genellikle beyaz
renktedir ama ortasındaki küçük siyah kısım, dıGkıdır. Yani kuGlarda idrar ve dıGkı aynı anda aynı
yerden atılır.

 

 

 

 

 

 

 

 Ortalıkta niçin ölü güvercin görmüyoruz?

 

Genellikle hayvanlar kendilerini ölüme yakın hissettiklerinde ölümü beklemek için bir yerlere
gizlenirler. Bu, bir ağaç kovuğu, kayaların arası veya saklanabilecekleri herhangi bir yer olabilir.


Buradaki içgüdü, hayvanın kendisini güçsüz hissetmesi nedeniyle bir düGmanla karGılaGtığında
karGı koyamamak ve kaçamamak korkusudur.

gehir hayatının bir parçası haline gelen serçe, güvercin, karga gibi kuGlar da etrafta çok miktarda
bulunmasına rağmen bunların ölülerine aynı nedenle hiç rastlayamazsınız. Saklandıkları yerlerde
öldükten sonra da vücutları bir Gekilde ya bir baGka hayvan ya da böcekler tarafından yenilerek
yok edilir veya kendi kendilerine çürüyerek toprağa karıGırlar.

Sokaklarda, meydanlarda insanlardan hiç çekinmeden dolaGan güvercinler bazen balkonlarımıza
bile konarlar. Hiç dikkat ettiniz mi? Bütün bu güvercinlerin boyutları üç aGağı beG yukarı aynıdır.
Öbür hayvanlar gibi yanlarında yavruları, minik güvercinler yoktur.

Bunun nedeni güvercinlerin yuva kurdukları yerlerdir. Onlar yeterince emniyetli görmedikleri
ağaçlara yuva yapmazlar. Güvercinlerin ana yurdu Kuzey Afrika'dır. Buralarda yuvalarını
kayalıkların üst noktalarına kuruyorlardı. Bu sayede aGağıdan gelecek düGmanlarını
görebiliyorlardı.

Sonradan baGka bölgelere göç eden güvercinler bu içgüdüsel alıGkanlıklarını buralarda da
sürdürdüler. Yuvalarını yüksek binaların pencere, çatı gibi yüksek yerlerine kurdular. Yavrularını
geliGene kadar buralarda büyüttüler.

Zaten güvercin yavruları çok hızlı büyürler. Kısa bir süre içinde vücutları tüy ve teleklerle
örtülür, birinci ay sonunda uçarak anne ve babalarını izlerler. Yani yavrular uçabilecek hale
gelince boyut olarak büyüklerinden farkları kalmaz.

 

 

 

 

 

 Tükenmez kalemin dolmakalemden farkı nedir?

 

Kalemin tarihi yazınınkinden de eskidir. Glk insanlar sivriltilmiG çakmak taGları ile hayvan
kemiklerinin üstüne resim kazırlardı. Türkçeye Arapçadan geçen kalem sözcüğünün kaynağı
'kamıG' anlamına gelen eski Yunanca 'kalamos' sözcüğüdür.

Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinde saz ve bambu gibi bitkilerin içi boG saplarından
yapılmıG kamıG kalemler kullanılırken, Ortaçağda kağıdın üretimi ile beraber, kaz, kuğu, karga
gibi kuGların kanatlarındaki tüylerin mürekkebe daldırılması Geklinde kullanılan tüy kalemler
yaygınlaGtı.

Mürekkepli metal kalemler aslında ta Romalılar devrinden beri biliniyordu ama John Mitchell
adlı bir Gngiliz 1822'de ilk kez makine yapımı çelik ucu imal etti. Dolmakalemler ise
sertleGtirilmiG yapay kauçuğun elde edilmesinden sonra yapılabildi.

Tükenmez kalem adı ile bilinen bilye uçlu kalemin son yılların bir buluGu olduğu sanılır. Halbuki
bu kalemin ilk modeli 1880 yıllarında ortaya çıkmıG ama pek rağbet görmemiG, seri üretimine
geçilememiGtir.

Alakasız gibi gözükse de tükenmez kalemin tekrar gündeme gelmesinde uçakların geliGmesinin
etkisi olmuGtur. Uçaklar 2-3 bin metreye çıkınca hava basıncı oldukça azalır. Dolmakalemin
haznesinde atmosferik basınç altında doldurulan mürekkep dıGarıdaki basınç düGük olunca
kendiliğinden akıp yazıları da, giysileri de berbat ediyordu.

Gkinci Dünya SavaGı'nda Amerikan Hava Kuvvetleri uçuG personeli için havada
kullanabilecekleri, mürekkep akıtmayacak bir kaleme ihtiyaç duydu. Bilye uçlu kalem aranan bu
özelliklece sahipti. BaGlangıçta sadece havacılar tarafından kullanılırken kısa zamanda geniG halk
tabakalarına da yayıldı.


Tükenmez kalemlerde mürekkep kağıda, pirinç uçtaki yuvaya yerleGtirilmiG olan minik bir bilye
aracılığı ile aktarılır. Normal yazı kalemlerinde bu bilyenin çapı l milimetre, daha ince yazılar
için 0,7 milimetredir. Bilye mürekkebin yuvadan dıGarı çıkmasını önler ama yuvasında döndükçe
yüzeyine sıvanan mürekkebi kağıda verir.

Tükenmez kalem mürekkebi, dolma kalem mürekkebinden daha farklı, özel bir kimyasal
birleGime sahip olup çabuk kuruyan türdendir. Mürekkep uca sürekli ve düzgün olarak
geldiğinden dolgun, temiz ve lekesiz bir yazı yazılmasını sağlar. Genellikle bir tükenmez kalemin
2-3 kilometre boyunda bir çizgi çizmeye yetecek kadar mürekkebi vardır.

Tükenmez kalemdeki bilye uç, kağıt üzerinde dolma kalem ucundan çok daha az bir sürtünmeyle
ve çok daha çabuk hareket edebildiğinden yazma hızı büyüktür ancak bilye ucun kağıt üzerine
sürekli olarak değmesini sağlamak için kalemi daima kuvvetle bastırmak gerekir, bu nedenle de
parmaklar daha fazla ve çabuk yorulurlar.

 

 

 

 

 

 

 

 GüneG ıGığında kararan gözlük camları nasıl yapılıyor?

 

GüneG ıGığına maruz kaldığında kararan gözlük camları ilk olarak 1960'ların sonlarında
geliGtirildi, yaygın olarak kullanılmaya baGlanılması ise 1990'lı yıllarda oldu.

Bu tip gözlük camları fotokromik veya fotokromatik adı verilen ve yüzde 0,01 ile 0,1 arasında
gümüG kristalleri ihtiva eden özel camlardan yapılırlar. Kristaller normalde Geffaf olup son
derecede küçüktürler ve gözlük camına bakıldığında fark edilmezler. Gözlük camlarına bol
miktarda ultraviyole ıGın ihtiva eden güneG ıGığı geldiği zaman kristallerdeki gümüG iyonları
etkilenerek gümüG atomlarına dönüGür ve camın içinde küçük gümüG parçacıklar oluGturmaya
baGlarlar. Bu siyah-beyaz fotoğrafçılıktaki partiküllerin oluGumuna benzer ve tamamen kimyasal
bir reaksiyondur.

Bu gümüG parçacıkları sivri uçlu ve o kadar düzensiz Gekillerdedirler ki gelen ıGığı olduğu gibi
absorbe ederler, hiçbir rengi yansıtmazlar ve dolayısıyla kararırlar.

Gözlük tekrar loG bir ortama götürüldüğünde, gümüG atomları tekrar birleGerek gümüG kristalleri
haline dönüGürler ve gözlük camının rengi normale döner. Her iki yöndeki kimyasal reaksiyonlar
da çok hızlı cereyan ederler. Eğer fotokromatik camlar tekrar eski haline dönmezlerse fırında kısa
süre ile (çerçeveyi eritmeyecek kadar) ısıtılmaları önerilir.

BaGlarda gözlük camının tümü fotokromatik olarak yapılıyordu. Tabii kararma olayı da camın
kalın olduğu kısımlarda daha koyu, ince kısımlarda daha açık oluyordu. Sonraları merceklerin
üzerleri milimetrenin binde beGi kalınlığında kaplanmaya

baGlandı.

Günümüzde ise merceğin milimetrenin binde 150'si kalınlığındaki kısmı bir banyoya daldırılarak
fotokromatik tabaka kimyasal reaksiyon yolu ile merceğin bünyesine iGleniyor.

Fotokromatik camlar gördüğümüz ıGığa değil ultraviyole ıGınlarına hassastırlar ve reaksiyona
girerler. Dolayısıyla ultraviyole ıGınlarını geçirmeyen camların arkasında, arabaların içinde,
ortam çok ıGıklı da olsa kararmazlar.

 

 


 

 Uçakları niçin karakutunun malzemesinden yapmıyorlar?

 

Uçak kazalarında uçak paramparça olsa da, denizin dibine gitse de hemen kokpit denilen pilot
kabinindeki son konuGmaları kaydeden karakutular aranır. Çoğunlukla korkunç kaza enkazı
arasından sağlam olarak bulunan bu kutular sayesinde kazanın nedenlerine ulaGılır. Karakutu bu
kadar sağlam malzemeden yapılıyorsa neden uçağın tümünde aynı malzeme kullanılmıyor?
Uçakların rahatça havada kalabilmeleri, uzun mesafelere az yakıtla ulaGabilmeleri, mümkün
olduğunca hafif malzemeden yapılmıG olmalarına bağlıdır. Bu malzemeler çoğunlukla
alimünyum ve plastiktir.

Kokpitteki sesleri ve uçuG bilgilerini kaydeden her iki kutu da paslanmaz çelikten yapılır. En ve
boyları yaklaGık 25'er santimetre, derinlikleri 12-13 santimetredir. Kutuların et kalınlıkları ise 6-7
milimetre kadardır. Kutular ayrıca ısıya ve yangına karGı tedbir olmak üzere plastikle çevrili sıvı
köpük ile de donatılmıGlardır.

Kutular o kadar sağlamdırlar ki, denize düGmüG bir uçağın kutuları 7 sene sonra çıkarılabilmiG
ama buna rağmen kayıtlar sağlıklı olarak dinlenebilmiGtir. BaGlangıçta kutular kanatların birleGme
noktasına yakın bir yere konuluyorlardı. Bu bölge uçağın en ağır kısmı olduğundan düGüG anında
bu ağır parçalar kutuların üzerlerine düGerek zarar verebiliyorlardı. Sonraları kutular uçağın
kuyruk kısmına konulmaya baGlanıldı. Tabii bu, uçağın kuyruk kısmındaki koltuklar insanlar için
daha emniyetlidir anlamına gelmez, ancak bu yer karakutuların uçağın enkazından en uzağa
düGmesini sağlamaktadır.

Uçak kazalarının nedenleri değiGiktir. Havada bir Gekilde infilak ederek düGen uçaklarda
yolcuların kurtulma olasılığı yoktur. Bu nedenle de uçağın yapıldığı malzeme bu açıdan önemli
değildir. Uçak yere bir bütün halinde çarpsa da düGen bir asansörde olduğu gibi yolcular
çarpmanın Giddetinden hayatlarını kaybederler.

Uçağın içine sıvı köpük doldurmak elektronik aletleri koruyabilir ama insanların sadece ölüm
nedenlerini değiGtirir. Uçağın malzemesini karakutu malzemesinden yapmak, parçalanma ve
yangından zarar görme tehlikelerini önler ama ne yazık ki bu malzemeden yapılmıG bir uçak da
uçamaz.

Karakutuların renkleri kara değil turuncudur. Bu rengin tercih edilmesinin sebebi enkaz arasından
daha rahat fark edilmeleri içindir.

 

 

 

 

 

 Doktorlar niçin dizimize çekiçle vuruyorlar?

 

Canlılarda yaGama savaGı her zaman en hızlı tepkileri olan türlerin yararına sonuçlandığından, en
basit organizmalarda bile haber alma organları (duyu organları), hareket organları (kaslar) ve
bunlar arasındaki iliGkiyi sağlayan organlar, yani sinir sistemi geliGmiGtir.

Vücudumuzun her yanı sinirlerle örtülü olduğu halde sinir hücrelerinin gövdeleri yalnızca
beyinde ve omurilikte bulunur. Bütün vücuda dağılmıG milyonlarca sinire karGılık beyinden ve
omurilikten yalnızca 43 çift sinir çıkar. Bunlar merkezden ayrıldıkları sonra gitgide dallanarak
vücudun her yanına dağılırlar.

Refleks bir uyarıya vücudun ani ve otomatik olarak cevap vermesidir. Örneğin elimiz sıcak bir
tencereye değdiğinde aniden çekmemiz bir reflekstir. Reflekslerde komuta omuriliktedir. Beyne


bilgi gidebilir ama refleks olayında beyin aktif olarak rol oynamaz.

Bir sandalyeye rahatça oturup bacak bacak üstüne atarken doktor dizkapağının hemen altına, kası
kemiğe bağlayan tendona minik lastik bir çekiçle sertçe vurursa bacağınız ileri doğru fırlar. Bu
reflekste de baldır kaslarındaki duyu sinirleri kasın geniGlemesine tepki gösterirler ve yeni sinir
sinyalleri oluGturarak kaslara hafif bir basınç uygulandığını ve gerildiklerini omuriliğe iletirler.

Omurilik ise bu basınca dayanabilmesi için kasların kasılması gerektiğini bildirir ve bacak tekrar
geri hareket eder. Görüldüğü gibi refleks, beynin denetiminden geçmeksizin, yani beyin devrede
olmadan, doğrudan omuriliğin komutlarıyla gerçekleGmiGtir.

Diz kapağı refleksinin sınanması özellikle omuriliğin iGleyiGi konusunda bilgi veren önemli bir
tanı yöntemidir. Bu alanda uzmanlaGmıG bir doktor basit bir kaç testle sinir sisteminin iGleyiGine
ve ne kadar sağlıklı olduğuna iliGkin pek çok bilgi edinebilir. Çekiçle vurulduğunda bacağın
normalden fazla hareket etmesi tümörden kalsiyum eksikliğine kadar bir çok hastalığın habercisi
olabilir.

Dize çekiçle vurularak yapılan kontrol tek baGına tabii ki yeterli bilgi vermez. Doktorlar bir ön
bilgi almak için bu çabuk ve kolay testi yaptıktan sonra vücut üzerinde diğer muayene ve
kontrollerine devam ederler.

 

 

 

 Uçan balonlar ne kadar yükseğe çıkabilir?

 

Bazen çocuğa alınan bir uçan balon elinden kaçabilir. Hep beraber havada yükselen balona
bakakalınır. Bu balon havada ne kadar yükselecektir acaba?

Uçan balonların doldurma uçları ne kadar iyi bağlanmıG olursa olsun, çok az da olsa hava daha
doğrusu helyum kaçırırlar. Havadan çok daha hafif helyum gazı ile GiGirilen bu balonların
ağızlarından kaçırdıklarını eve getirdiğimiz ve tavana yapıGıkmıG gibi havada duran balonun
sabah olunca porsuyup yere inmiG olduğunu görünce anlarız.

Balonun ağzının ideal bir biçimde bağlanmıG olduğunu kabul etsek bile havada yükselebileceği
mesafe yine de sınırlıdır. Yükseldikçe hava basıncı azaldığından ve balonun iç basıncı
dıGındakinden daha yüksek kaldığından balon yükseldikçe GiGmeye baGlar. Sonunda balonun
yapıldığı malzemeye, hacmine ve malzemenin kalınlığına bağlı olarak belirli bir yükseklikte
patlar.

Küçük uçan balonlar en çok 10 bin metreye, sepetinde insan taGıyan büyük balonlar 30 bin
metreye, bilim insanları tarafından içinde ölçüm aletleriyle birlikte yollanan araGtırma balonları
da 40 bin metreye kadar yükselebilirler.

Balonların belirli yükseklikte dıG basıncın azlığına dayanamayıp patlamalarından bazı bilimsel
gözlemlerde de faydalanılır. Hava tahmin balonlarına bağlı hava sıcaklığını, basıncını ve nem
oranını ölçen aletler vardır. Bu balonlar yaklaGık 30 bin metre yükseklikte patlayacak Gekilde
yapılmıGlardır. Aletler açılan bir paraGütle yere yumuGak iniG yaparlar. Hem üzerlerindeki
değerler kaydedilir hem de oldukça pahalı olan bu ölçüm aletlerinin tekrar kullanılabilmeleri
sağlanır.

Bu ölçüm aletleri bir tarlanın ortasına, bir ağacın tepesine veya bir vadi yatağına da düGebilirler.
Onları bulanların ilgili makamlara götürmeleri artık aletlerin ne olduklarını anlamalarına veya
insaflarına kalmıGtır.

 

 

 


 

 

 Kaç tane uçan balon bir insanı uçurabilir?

 

Bu deneyi ilk olarak ABD Caiifornia'da Larry Walters, bildiğimiz çocuklar için olan uçan
balonlarla değil meteoroloji balonları ile yapmıGtır. Larry 42 tane balonu kendine bağlamıG,
kendisi de alimünyum bir sandalyeye oturmuG, emniyet olsun diye de yere bir halatla bağlanmıG.

Tam yükselmeye baGlarken yere bağlı halat kopmuG ve kontrolsuz bir Gekilde 5 bin metreye kadar
yükselmiG. Bundan sonra yanında bulunan tabanca ile yüksekliği kontrol için balonları tek tek
patlatmaya baGlamıG. Bu arada yanında bulunan telsizle yakından geçebilecek uçakları ikaz
etmeyi de ihmal etmemiG.

Balonları tek tek patlatarak inerken biraz da Ganssızlığından, balonları bağlayan teller elektrik
hatlarına takılmıG ama sonunda yere sağ salim inmeyi baGarmıG. Bu üstün baGarısından dolayı
takdir bekleyen Larry'e ulusal havacılık kurallarını ihlal etti diye ilgililer çok kızmıGlar ve
cezalandırmaya karar vermiGler. Bu hikayenin gerisi bilinmiyor ama biz hesap yolu ile kaç uçan
balon bir insanın ayağını yerden kesebilir bulabiliriz. Bir litre helyum 0,18 gramdır. Bir litre hava
l gramdır diye bilinir ama onun yüzde 80'inin nitrojen olduğunu düGünürsek bir litre hava, hemen
hemen saf nitrojen kadar yani 1,25 gramdır diyebiliriz. Yani bir litre helyum, bir litre havadan
yaklaGık l gram daha hafiftir.

30 santimetre çapındaki bir balonu tam küresel düGünüp hacmini hesap edersek 14.137
santimetreküp yani 14 litre eder. Helyumun bir litresi havadan l gram hafif olduğuna göre bu
balon ucuna bağlanan 14 gram ağırlığı havaya kaldırabilir (balonun kendi ağırlığı ve ip ihmal
edilerek).

Diyelim ki çocuğunuz 30 kilogram ağırlığında. Her biri 14 gram kaldırma gücündeki balonlardan
2.150 tanesini alıp eline verirseniz, bir anda yanınızdan kaybolup havalandığını görebilirsiniz,
tabii teorik olarak.

Eğer daha büyük, 3 metre çapında bir kaç balon bulabilir ve helyumla GiGirebilirseniz 55 kilogram
ağırlığındaki eGinizi kaldırmaya 4 tanesi yetecektir.

30 metre çapındaki bir balon ise 14 ton ağırlığı kaldırabilir. Bu nedenle balon, zeplin türü hava
araçlarının hacimleri çok büyüktür. Aslında bir litresinin ağırlığı 0,09 gram olan hidrojen bu iGler
için idealdir ama çok yanıcıdır, en ufak bir kıvılcım, patlamasına neden olabilir.

Hindenburg zeplininin bu nedenle baGına gelenlerden dolayı zeplinle yolculuk tarihe karıGmıGtır.
Helyum gazı kullanılarak tekrar eski günlerine dönmesi ümitle beklenmektedir.

 

 

 

 

 

 Hızlı okuma tekniği nedir?

 

Bir resme, bir karikatüre bakarız ama bir yazıyı okuruz. Aslında ikisi arasında bir fark yoktur.
Gözümüz Gekilleri görür, beyin de değerlendirir. Ancak okumayı öğrenmeye baGladığımızdan
beri edindiğimiz ve hemen herkeste bulunduğu için farkına varamadığımız bazı alıGkanlıklar
nedeni ile okuma hızımız, insanın sahip olduğu kapasiteye göre hayli yavaGtır.

Gnsanlar sadece göz ve beyin arasında olması gereken okuma iGleminin arasına bazı lüzumsuz
alıGkanlıklar katarlar. Kimi duyulacak Gekilde (özellikle çocuklar) sesli okur, kiminin okurken
dudakları kıpırdar, kimileri ise yazıyı içinden kelime kelime okur.


Bütün bu kötü alıGkanlıklar okuma süresince ekstra bir güç sarfettirdiğinden okurken çabucak
yorulmaya da sebep olurlar. Halbuki okuma sırasında ağız, dil, dudak, damak ve gırtlak gibi
organların çalıGmalarına hiç gerek yoktur.

YavaG okumamızın birinci nedeni gözümüzün görme alanını iyi kullanmamamız yani okurken
her kelimeye tek tek bakmamızdır. Bu Gekilde normal bir satın okumak için gözümüzü 8-12 kere
hareket ettirmemiz gerekir. Halbuki gözümüzün bir bakıGında birden fazla kelimeyi
görebildiğimizden aynı uzunluktaki bir kelimeyi 2-3 göz harekeli ile okumamız mümkündür.

Günümüzün baG döndürücü temposunda yavaG okuyarak zaman kaybetme lüksümüz yoktur,
örneğin 400 sayfalık bir kitapta yaklaGık 96 bin kelime vardır. Bu kitabı dakikada 150 kelime
okuyan bir kiGi 10 saatte, 500 kelime okuyan 3 saatte, bin kelime okuyabilen ise l,5 saatte
bitirebilir. Basit fakat disiplinli bir eğitimle kazanılacak zaman muazzamdır.

Okumamızı yavaGlatan en önemli psikolojik etken ise hızlı okursak anlayamayacağımızı
zannetmemizdir. Etrafındakilerden sürekli 'tane tane oku' veya 'yüksek sesle oku' direktiflerini
alan bir çocuğun bu alıGkanlığı zamanla kökleGmiG hale gelir.

Halbuki dakikada 6 bin kelime okuyarak küçük yaGta üniversiteye giden Mariel Aragon, dakikada
2 bin 500 kelime okuyarak ABD'yi yöneten John Kennedy hızlı okuyarak daha iyi anlamanın
mümkün olduğunun kanıtlarıdır.

Süratli okuma teknikleri ise paragraf okumak, sütun okumak, çapraz okumak gibi çeGitlidir.
Bunların içinde anlama bakımından sütun okuma en etkin olanıdır. Bu teknikte 3-4 kelimelik dar
bir sütunu okuyorsanız, sütunun ortasından bir doğru boyunca sözleri aGağıya doğru kaydırmak
yeterlidir. Devamlı bir çalıGma sonunda sütunu tamamıyla anladığınızı göreceksiniz.

Daha geniG sütunlarda da yine aynı Gekilde ancak her satırda kelimeleri birer atlayarak yani 4-5
kelimelik bir satırda ikinci ve dördüncü kelimeleri okuyarak sütunu taramak yeterli olmaktadır.
Gözler diğer kelimelerin resimlerini çekecek ve beyne ileteceklerdir.

Çok fazla kiGisel yetenek gerektirmeyen hızlı okuma tekniği ile okumak, konsantrasyonun
yanında kültüre ve sürekli egzersiz yapmaya da bağlıdır. Tüm bu koGulları sağlayanlar rahatlıkla
dakikada bin kelime okuma seviyesine çıkabilmektedirler.

 

 

 

 Radyasyon nedir?

 

Nükleer enerji denilince aklımıza HiroGima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları, Çernobil'deki
nükleer santral kazası ve nükleer atıklar gelir. Nükleer enerji ve onun sonucu radyasyon iyi
amaçlarla kullanılmadıkları zaman insan neslini dünyadan silebilecek kadar tehlikelidirler.
Kontrol altında kullanıldıkları zaman ise insan yaGamını iyileGtirmekten sağlığa kadar bir çok
konuda insanlığa bahGedilmiG birer lütufturlar.

Nükleer enerjinin esasını anlamak için çok fazla fizik, kimya, matematik bilmeye gerek yoktur.
Nasıl odun, kömür, petrol ürünleri kullanarak ısı enerjisi elde ediyorsak nükleer enerji de öyledir.

Nükleer santralarda kullanılan yakıtın en bilineni uranyumdur. Uranyum santralde baGka bir
yakıta dönüGürken ortaya müthiG bir ısı çıkar. Bu ısı reaktörün etrafında dolaGtırılan suyu buhar
haline çevirir. Türbinlere verilen buhar da türbinleri çevirir. Sonunda türbinler de kendilerine
bağli elektrik jeneratörlerini çevirerek elektrik üretirler. Prensip, nükleer enerji ile çalıGan uçak
gemilerinde de, denizaltılarda da aynıdır.

Gelelim radyasyona... Uranyum gibi kararsız elementler gerek atomik yapılarına müdahale
edilerek gerekse tabiattaki halleri ile bir baGka elemenle dönüGebilirler. Yani tarihte kurGundan
altın elde etmek için uğraGan simyacıların baGaramadıkları iGin benzeri uranyumda kendi kendine


oluGur.

Bu dönüGüm iGi olurken uranyum atomunun içindeki bazı parçacıklar da ıGık olarak yayılırlar.
Yani radyasyon bir ıGıktır. Sadece atom bombasından, nükleer atıklardan çıkmaz tabiatta da bol
miktarda vardır. Yalnız ıGıma yolu ile değil besinler yolu ile de vücuda girebilir.

Radyasyon olayında üç ana ıGık türü vardır: Alfa, beta ve gama. Alfa ıGınları deriden geçemezler,
beta ıGınları deriden çok az miktarda geçebilirler, gama ıGınları ise deriden ve vücuttan
geçebilirler. Alfa ve beta ıGınları sadece yoğunlaGtıkları organ üzerinde tahribat yaparlarken gama
ıGınları tüm organlara zarar verirler. Tabii bu arada ıGına maruz, kalma süresi de önemlidir.

Vücudumuz hücrelerden, hücreler moleküllerden, moleküller de atomlardan meydana gelirler. Bu
radyasyon ıGınları isabet ettikleri atomların yapılarını bozarak sonunda hücrelerin ölmelerine
sebep olurlar. Vücut için sürekli gerekli olan hücre üreme mekanizmasını bozarlar, vücudun
direncini yıkarlar.

Aslında günlük yaGantımızda radyasyonla iç içe yaGıyoruz. Radyasyon her an her yerde vardır
hatta GüneG ıGığında bile. Yaz mevsiminde deniz kenarında yapılan bilinçsiz güneGlenmelerde
isteyerek aldığımız radyasyonun etkisi cilt kanserine yol açabilecek kadar tehlikeli olabilir.

Radyasyonun insan bünyesi için faydalı olduğu durumlarda vardır. Kanserin ıGınla tedavisi,
enfraruj ve ultraviyole tedavileri, lazerin tıpta kullanılması gibi.

 

 

 

 

 

 YapıGtırıcılar nasıl yapıGtırıyor?

 

YapıGtırıcıların sağladığı yapıGma olayı aslında kimyasal bir reaksiyondan baGka bir Gey değildir.
Tabiatta evini yapan arı, kayalara ve gemilerin altındaki kesimlerine tutunan midye gibi çok iyi
yapıGtırıcı üreten canlıların sayısı az değildir.

YapıGtırıcıların hikayesi tarih öncesi çağlara kadar uzanıyor. Mağara duvarlarına resim benzeri
Gekiller yapan atalarımız bunları duvarlara yumurta akı, kurumuG kan ve su bitkilerinin özleriyle
sabitliyorlardı.

Sonraları, milattan önce 3500 yıllarından baGlayarak eski Mısırlılar ve Sümerler hayvan derilerini
ve kemiklerini kaynatarak daha sağlam yapıGtırıcılar yapmayı öğrendiler. Günümüzde imalatçılar
yapıGtırıcıları sentetik malzemeler kullanarak yapıyorlar. 250 temel maddeden binin çok üstünde
özel türler üretiyorlar.

YapıGma olayında benzer veya ayrı malzemeden iki madde, bir de yapıGkan gerekir. Burada en
önemli görev yapıGtırıcıdadır. YapıGtırıcının moleküllerinin diğer iki madde molekülleri ile
birleGme eğilimi gösterir bir yapıda olmaları gerekmektedir.

Aslında iki maddeyi birbirlerine ideal bir Gekilde yaklaGtırabilsek yapıGtırıcı bile kullanmadan
birbirlerine yapıGabilirler. Her iki maddenin yüzeylerindeki atomların farklı kutupları birbirlerini
çekerler. Pratikte ise bu oluGumu sağlamak mümkün

değildir.

Atomların birbirlerini çekebilmeleri için iki cismin yüzeyleri arasındaki mesafenin milimetrenin
10 milyonda birini geçmemesi gerekir. Oysa son derecede pürüzsüz olarak görülen bir cismin
bile yüzeyinde milimetrenin on binde dördü kadar yükseklikte girinti ve çıkıntılar vardır.

Bu durumda her iki malzeme aynı cins olsalar bile yüzeyleri hiçbir zaman ideal düzlükte
olamayacağından, aradaki boGlukları doldurmak, en fazla miktarda bağ oluGturarak moleküllerin
birleGmesini sağlamak için araya bir yapıGtırıcı gerekir.


YapıGtırıcının akıcı ancak kuruduğunda katılaGıp kolay kolay kopmayacak özellikte, yüzeylerin
ıslanabilir, tamamen temiz toz ve yağdan tamamen arındırılmıG olmaları gerekmektedir. Peki
nasıl oluyor da bu kadar güçlü olan yapıGtırıcılar tüpün içinde tüpe yapıGmadan durabiliyorlar?

Bir çok yapıGtırıcının içinde iki tür katkı malzemesi vardır. Biri yapıGtırıcı sıvının moleküllerini
birleGmeye zorlar, stabilizer denilen diğeri de tersi. Tüpün içinde bunlar bir halatı birer ucundan
çeken iki kiGi gibidirler. Tüpün iç yüzeyi tamamen nötr olduğundan biri diğerine üstün gelemez,
denge halindedirler. YapıGtırıcı tüpten çıkınca havadaki nem stabilizer kısmının etkinliğini yok
eder, yapıGtırıcı sertleGir ve sürüldüğü yere yapıGır.

YapıGtırılacak yüzeylere yapıGtırıcıdan ince bir tabaka sürülmesi tavsiye edilir çünkü fazlası
yapıGtırıcının kendi içinde bağlar oluGturup sertleGmesine yol açar.

Tüpün kapağı açıldıktan sonra ağız kısmında görülen ve tüpün kullanılması için delinen
sızdırmaz kısım da yapıGtırıcının hava ve nem alıp tüpün içine yapıGmaması için alınmıG bir
tedbirdir.

 

 

 

 

 

 Satranç ustası bilgisayar niçin iyi tavla oynayamıyor?

 

Gngilizce adı 'backgammon' olan, bizde ise Gtalyanca 'tavola'dan geçmiG ismi ile 'tavla' olarak
bilinen oyun, Gans ve kabiliyetin çok güzel dengelendiği, kazanmak için ikisinin de gerekli
olduğu, toplumun her seviyesinde ve her yerde oynanabilen bir oyundur.

Tavla o kadar bilinen bir oyundur ki, burada kurallarından bahsetmek bile ayıp olabilir. Tavlanın
bilinen en eski oyunlardan biri olduğu, 5 bin yıl evvel Mısırlılar tarafından oynanmaya
baGlandığı, Yunanlılar ve daha sonra da Romalılar tarafından oynanıp Avrupa'ya yayıldığı
biliniyor. Bu günkü oynanıG kuralları 17. yüzyılda Gngiltere'de tekrar düzenlenmiG, 20. yüzyılın
baGlarında, 1920'lerde ise çift zarla oynanmaya baGlanmıGtır.

Tavla, kırda, kahvede oynanabilmesi bakımından basit bir halk oyunu olarak bilinmesine rağmen
satranç gibi stratejik bir savaG oyunu olup en az onun kadar, hatta araya Gans faktörünün de
girmesi ile ondan daha zor bir oyundur.

Sonraki hamleleri düGünmeyi zorlaGtıracak Gans faktörü oyuna eğlenceli bir yan katar. Oyunu
kazandığınızda bunu kabiliyetinize yorarken, kaybettiğinizde de kötü Gansınızı suçlayabilirsiniz.
Ancak tavla Gampiyonları Gansın yanında oyunda, ihtimaller hesabını, tahayyül ve sezgi
yeteneklerini hatta psikolojik faktörleri bile kullanırlar.

Günümüzde bilgisayarda, internet aracılığıyla dünyanın öbür ucundaki kiGilerle tavla
oynanabiliyor. Bilgisayarla karGılıklı tavla oynayabileceğiniz çok güzel programlar var. Ne var ki
bu programlar amatör bir seviyeden öteye geçemiyorlar. Satrançta olduğu gibi dünya
Gampiyonlarını bile yenebilecek programlar

üretilemiyor.

Bir bilgisayarın herhangi bir oyunu bir insan kadar veya daha iyi oynayabilmesi için ya insandan
daha akıllı olması yahut da belirli bir sürede insandan daha çok iG yapabilmesi gerekir. Oyun
programlarında genel strateji akıl üzerine kurulamaz. Program bir insanın yapamayacağı kadar
kısa bir sürede, ilerde yapılabilecek hamleleri ve karGı oyunları hesaplayabilecek Gekilde
hazırlanır.

Satranç oyununda her bir oyuncunun bir hamlede yapabileceği 20-30 değiGik hareket vardır.
Tavlada ise her iki zarı attığınızda, zaten 21 tane değiGik pozisyon gelme olasılığı vardır. Bu her


bir pozisyon da en az 4-6 değiGik Gekilde oynanabileceği, bir de çift atıldığında 4 kere
oynanabileceği faktörlerini de hesaba katarsak, sadece bir kerede tavlada kaç değiGik oyun
oynama olasılığı olduğu ortaya çıkar.

GGte bu durum tavla oyununun herhangi bir anında çok ileriye bakmayı, sonraki hamleleri
görebilmeyi ve tedbir almayı zorlaGtırır. En basit bir hesapta bile görülebilir ki tavlada 3 kere
zarları atıGta oynanabilecek pozisyon sayısı 250 milyona ulaGır. Bunun analizini yapabilmek
bilgisayar için bile zordur.

Satranç gibi oyunlarda, bir kerede yapılabilecek hamleler hesaplanırken en mantıksız ve
yapılmaması gereken hamleler çıkarıldığında geriye oynanması mümkün 5 bilemediniz 10
hareket kalır. Halbuki tavlada her seferinde atılan zara bağlı olarak 21 değiGik seçenek vardır. GGte
bu nedenle programlamada arka arkaya olabilecekler için bir fonksiyon türetip, yazılım
yapabilmek içinden çıkılmaz bir hale gelir.

Tavlada bir baGka faktör de zamandır. Oyunun herhangi bir kademesindeki durumu kavramada
geçen zaman açısından insan, bilgisayardan hala üstündür. Tabii bu arada pulları kırma, kritik
yerlerde kapı alarak rakibin zarı ne gelirse gelsin onu oynatmama, gele atma gibi durumlar da göz
önüne alınırsa, bilgisayarın tavla oyununda niçin çok baGarılı olamadığı ortaya çıkar.

 

 

 

 

 

 Telefonda ses ne kadar hızlı gidiyor?

 

Sesimiz telefonda ses hızı ile gitmez. Telefonun ağız kısmı denilen mikrofona konuGtuğumuzda,
ses burada elektrik akımına çevrilir. KarGı tarafın telefonunda tekrar sese çevrilene kadar
yolculuğunu elektrik akımı olarak yapar.

Bilindiği gibi elektriğin hızı ıGık hızı ile aynıdır. Dolayısıyla ses telefonda ıGık hızı ile yol alır. 5
kilometre uzaklıktaki bir arkadaGınızla telefonla konuGurken onun bulunduğu yerde gök gürlerse,
GimGeğin ıGığının gökgürültüsünden önce gelmesi gibi, gökgürültüsünün telefondaki sesi de
havadan gelen sesine göre daha önceden kulağımıza ulaGır.

Ses hızı, deniz seviyesinde, kuru ve sıfır derecedeki havada saniyede 331,4 metredir. Bakır kablo
içinde ise saniyede 3500 metre kadardır. Yani sesimiz telefonda ıGık hızı ile değil de ses hızı ile
gitseydi (ki bu mümkün değildir) 600 kilometre uzaklıktaki bir arkadaGımız konuGtuklarımızı
telefonda 3 dakika sonra duyabilirdi. DüGünebiliyor musunuz böyle bir konuGma sonunda gelecek
telefon faturasını?

 

 

 

 

 

 Matematikte niçin (-2) ile (-2)'nin çarpım sonucu (+4)'dür?

 

Aslında çok eğlenceli olabilecek matematik bizlere katı formüllerle ve mantığın kolay kabul
edemeyeceği ifadelerle öğretilince bir kabus olup çıkıyor. Artının artı ile, eksinin eksi ile çarpım
sonucu artı iken artı ile eksinin çarpım sonucu eksi oluyor. Peki bunun mantıki izahı nedir? Yani
-5 derece sıcaklıkla -8 derece sıcaklığı çarpınca sonuç +40 derece olup ortalık ısınıyor mu?

Tabii bu bir Gaka, GaGırtmaca. Esas bilmemiz gereken (-2)x(-2)=(+4) diye bir eGitlik


yazdığımızda, bunun sadece rakamların ve önlerindeki iGaretlerin belirlediği mantıksal bir
denklem olmadığı, bir beyan, bir ifade olduğudur.

Eğer sayıları bir çizgi üzerinde gösterirsek, '-1' sıfırın eksi tarafındaki ilk sayı olarak düGünülebilir
ama eGitlik içinde bu böyle değildir. Çizginin neresinde olursanız olun bir adım geri atmaktır.
Yani çizgide '+4' noktasında iseniz ve ona '-1' ilave ederseniz, bir adım geri atarak '+3'e gelmiG
olursunuz.

Toplama ve çıkartmada nispeten kolay olan bu açıklama, iG çarpmaya gelince biraz zorlaGıyor.
Örneğin haftanın 5 günü iGe otobüs ile gidip geliyorsunuz. Her sefer bir milyonluk bir biletle
yapılıyor. 10 milyon tutarında 10 tane bilet aldınız. Her gün gidiG-geliG kullandıkça iki tanesi
eksiliyor. Bunun eGitlikteki yeri '-2' dir. Siz bu iGi 5 gün süresince yani 5 kere yaparsanız
(-2)x(+5)=(-l0) olur ki biletler biter.

Diyelim ki bayram tatilinin iki günü o haftanın perGembe ve cuma günlerine denk geldi ve tatil.
Bu sefer yapmanız gereken hareketi yapmıyorsunuz. Gki günlük 4 bileti kullanmıyorsunuz. Bu
hareket yapmanız gerekene göre negatif yani ters yönde bir harekettir. Her gün bilet almak yerine
iki gün süresince hiç bilet kullanmıyorsunuz. Gki kere negatif hareketi '-2' bilet üzerinde yapınca o
hafta elinizde (-2)x(-2)=(+4) bilet kalıyor.

Hala biraz karıGık değil mi? Bir örnek daha verelim. Bir eGitliğin baGına '-2' yazdığınız zaman
baGlangıçta bu sizin sıfır noktasından iki kere geri sıçrayarak '-2' noktasına ulaGacağınız anlamına
gelir. Ama siz yapacağınız bu hareketin tam tersini yani negatifini iki defa yapıyorsunuz. Sıfırdan
'-2'ye sıçrama hareketini iki kere ters yönde (-2) yapıyorsunuz ve sonunda '+4' noktasına
ulaGıyorsunuz. Ters bir kararın tersini yapınca doğruyu buluyorsunuz yani.

 

 

 

 

 

 Vakum nedir?

 

BoGluk, havasızlık anlamında kullanılan 'vakum' terimi çoğu kez yanlıG anlaGılır. Normal
Gartlarda, deniz seviyesinde, vücudumuzun her santimetrekaresi üzerinde l kilogram hava basıncı
vardır. Parmağınıza l kilogramlık bir yük taksanız zor taGırsınız ama parmağınızın minik bir
bozuk para büyüklüğünde olan kısmı üzerinde her zaman bu ağırlık vardır. Bir de bütün vücudun
üzerinde olanı düGünün.

Üzerimizdeki atmosfer tabakasının ağırlığının yarattığı bu hayli yüksek basınç altında ezilmeyiz
hatta hissetmeyiz bile. Vücudumuz buna göre ayarlanmıGtır. Bu basınç biraz artarsa (denize
daldığımızda) veya biraz azalırsa (uçakta veya yüksek dağlara çıkıldığı zaman) vücudumuz,
kulaklarımız baGta olmak üzere bunu hemen algılar.

GGte basıncın, santimetrekareye l kilogram (l 000 gram) olan atmosfer basıncının altına düGmesine
vakum denilir. Örneğin santimetrekarede 0,8 kilogramlık (800 gram) bir basınç pratikte atmosfer
basıncının ne kadar altında ise o kadar yani l 000-800= 200 milibar vakum olarak ifade edilir.

Vakumda, yani hava basıncı atmosfer basıncından daha düGük olduğunda üzerimizdeki basınç da
azalmıG yükümüz hafiflemiG olduğuna göre vücudumuz da daha rahat etmez mi? Hayır, tersine.
Vücudumuzun iç basıncı atmosfer basıncına göre ayarlıdır. DıGımızdaki basınç düGerse, denge
bozulacağından ve iç basıncımız fazla geleceğinden baGta damarlarımız olmak üzere tüm
organlarımız zarar görebilir, devam etmesi durumunda ise insanı ölüme götürebilir.

Hakiki veya mutlak vakum tam sıfır hava basıncına ulaGmaktır ki, bu pratikte mümkün değildir.
Uzayda bile hakiki vakum yoktur. Bir ortamın hakiki yani mutlak vakumda olması için içinde


molekül, atom, elektron, ve atomun diğer küçük parçacıklarından hiçbirinin olmaması gerekir.
Uzayda 'neutrinus' denilen partiküller vardır, bu nedenle uzayda bile hakiki vakum vardır
diyemiyoruz. Ancak uzay o kadar büyük, parçacıklar da o kadar küçüktürler ki yüzde 99,9999....
vakumdur diyebiliriz.

Elinize bir GiGe alıp havasını boGaltıp, ağzını da sızdırmaz Gekilde kapatırsanız GiGenin içinde
vakum oluGmuGtur diyebiliriz. giGenin kapağında bir delik açarsanız dıGarıdaki hava derhal içeri
hücum eder, içerdeki vakumun yerini alır. O halde dünyamızı çevreleyen hava tabakası niçin
uzayın boGluğuna, vakumlu ortamına kaçmıyor?

Örnekteki havanın, GiGenin içine dalmasına sebep üzerindeki atmosferik basınçtır. Atmosferde 10
bin metreye çıkıldığında (yolcu uçaklarının normal uçuG yüksekliği) hava basıncı
santimetrekarede 0,3 kilograma, 16 bin metrede 0,1 kilograma düGer.

Atmosferin üst katmanlarına gittikçe de hava basıncı sıfıra yaklaGır. Havanın vakumlu ortama
kaçmasını yaratacak bir hava basıncı yoktur, bu nedenle uzayın boGluğu hava moleküllerini
çekemez, atmosfer tabakamız da uzayın boGluğuna kaçıp gitmez. Tabii dünyanın çekim gücünü
de unutmamak lazım.

 

 

 

 Radyonun sesi açılınca pili daha çabuk mu biter?

 

Pille çalıGan portatif radyolarda sesin yüksekliği pilin ömrünü etkiler. Radyo açık, sesi kapalı
durumu ile sesin sonuna kadar açık durumu arasındaki fark pillerin ömürlerinin üçte bir kadar
kısalmasına neden olur. Ses sonuna kadar açıldığında pillerden çekilen akım yüzde 30
artmaktadır. Bu durum, küçüğünden büyüğüne, pille çalıGan ve hapörleri olan bütün radyo, teyp,
volkmen vb. için aynıdır.

Pillerin kullanıG Gekilleri de ömürlerini belirler. Bir radyoyu 4 saat sürekli açık tutmak ile birer
saatlik aralarla 4 kere açıp kapamak arasında da fark vardır. Piller çalıGmıyorken çok az da olsa
kendilerini toparlayabildiklerinden, devamlı açık tutulduklarında, aynı toplam süre için ömürleri
daha kısa olur. güphesiz bu durum ilk çalıGtırmada, yani ilk hareket anında daha fazla akım çeken
motorları çalıGtıran piller için geçerli değildir.

Pille çalıGan hesap makinelerinde, makineyi uzun süre açık tutmak mı pilin ömrünü daha çabuk
bitirir, yoksa yapılan iGlemlerin yoğunluğu mu? Makinede hesapları yapan mikro iGlemci, hesap
makinesi çalıGıyorken en fazla güç çeken kısmıdır. Ne kadar çok rakamla, ne kadar çok iGlem
yapılırsa, pillerin ömürleri o kadar kısalır. Hesap makinesi açıldığında, yapılan iGlemin dıGında
akım çeken tek Gey ekranın aydınlatmasıdır ki pilin ömrü üzerinde iGlemler kadar etkili olamaz.

 

 

 

 

 

 Termos nasıl sıcağı sıcak, soğuğu soğuk tutabiliyor?

 

Tek sebebi var, vakum yani boGluk. Bir termosta iç içe geçmiG iki kap vardır. DıGtaki metal bir
kap olup içteki genellikle bir cam GiGedir. Gkisinin arasındaki hava ise boGaltılmıGtır. Tam olmasa
da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boGluk vardır.

Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı iletilemez. Cismin ısısı baGlangıçta ne
ise o halde kalır. Gçerden dıGarıya, dıGardan içeriye ısı geçiGi olmaz. Termosun içine kahve


konulursa ısısı dıGarı kaçamayacağı için kahve sıcak kalır, soğuk su koyarsanız dıGarıdan içeriye
ısı giremeyeceği için su ısınmaz, soğukluğunu muhafaza eder.

Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği, 1643 yılından, Toricelli'nin bugünkü
termometrelerin atası olan civalı barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan
vakumu muhafaza edebilecek, aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o
zamanlar kimsenin haberi yoktu.

Termos baGlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil, bir laboratuar
aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. Gngiliz fizikçi Sir James Dewar,
1890'lı yıllardaki bu buluGunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluGlara bağıGladı.

Dewar'ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği iyi gördü ve 1903'de
Almanya'da patentini aldı. Hatta ismi için ödüllü bir yarıGma dahi açtı. Kazanan isim Yunanca
'ısı' anlamına gelen 'Thermos' oldu. Bu isim 1970 yılına kadar ticari bir marka olarak kaldı.
Sonraları bu tip cihazların genel ismi olarak herkes tarafından kullanılması kabul edildi.

Termosun daha çok tanınmasını ve evlerde yaygın olarak kullanılmasını sağlayanlar kuzey ve
güney kutbuna giden kaGifler, Everest'in tepesine çıkan dağcılar ve zeplin yolcuları oldu.
Dünyanın bir ucuna giderken bile kahveyi sıcak tutabilen termosa karGı insanların güven
duyguları arttı. Termos piknik çantasında unutulmaması gerekenlerin içinde en baGtaki yerini
aldı.

 

 

 

 

 

 Gmdat çağrısı S.O.S'in anlamı nedir?

 

Çok kiGi S.O.S.'in gemimizi kurtar (Save Our Ship), ruhumuzu kurtar {Save Our Soul) veya diğer
sinyalleri durdur (Stop Other Signals) kelimelerinin baG harflerinden oluGtuğunu sanır. Bu bilgiler
tamamıyla yanlıG olup S.O.S. harfleri hiç bir kelimenin baG harfinden oluGturulmamıGtır.

Tamamen telgraf zamanından kalmadır ve gemilerde de yakın zamana kadar telsiz telgraf
kullanılıyordu. Bilindiği gibi telgrafta mors alfabesi denilen sistemde her harf, nokta ve çizgilerin
değiGik kombinasyonundan oluGuyor. Bu sinyali gönderen maniple denilen alete tek dokunuGta
karGıya nokta yani 'bip', biraz daha uzunca basınca 'dııııt' sinyali gidiyordu. Gönderenler de,
alanlar da mors alfabesini ezbere bildiklerinden bu 'bip' ve 'dııııt'larda hangi harfler olduğunu
çözüyor ve normal yazıya dönüGtürüyorlardı.

Gmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908'de üç çizgi, üç nokta, üç çizgi olan
S.O.S. seçildi. Yani telsizde 'dıııt, dııııt, dııııt, bip, bip, bip, dııııt, dııııt, dııııt' sinyali aldığınızda
hemen acil yardıma ihtiyacı olan biri olduğunu anlıyordunuz.

Filmlerde görmüGsünüzdür. Gemiler, özellikle uçaklar, tehlikeli bir durumda yardıma ihtiyaçları
olduğunda 'mayday' (mey-dey) çağrısı yaparak durumlarını bildirirler. Bu kelime Fransızca'da
bana yardım et anlamındaki m'aidez kelimesinden türetilmiGtir.

Hiç dikkat ettiniz mi, filmlerde telsizle konuGan her kiGinin ismi hep 'Roger' (rocır)dır. Halbuki
'roger' telsiz konuGmalarında 'anladım' anlamında kullanılır ve her iki taraf da cümlenin baGında
ve sonunda bu kelimeyi kullanırlar. Filmleri tercüme edenler ise bu kelimeyi bir erkek ismi
sandıklarından, herkes birbirine 'Roger' diye ismen hitap ediyormuG gibi çevirirler.

Nasıl bizde telefonda harfleri söylemek için Ankara'nın 'A'sı, Bursa'nın 'B'si denilirse Roger
kelimesi de Gngilizce'de 'R' harfinin tanımı için kullanılır, yani Roger'in 'R'si denilir. R harfi ise
mors alfabesinde baGlangıçta 'anlama'nın kodu idi. Sonra konuGmalı iletiGime geçilince 'Roger'


olarak kullanılmaya baGlanıldı. Filmleri tercüme edenlerin ABD bahriyesinde nasıl oluyor da bu
kadar Roger bir araya geliyor diye uyanmamaları gerçekten ilginç!

 

 

 

 

 

 Romen rakamlarını hesaplamada niçin kullanmıyoruz?

 

Zamanımızda, dünyanın büyük bir bölümünün ve bizim de kullandığımız rakam Gekilleri, diğer
ülkelerde 'Arap rakamları' diye bilinir. Aslında bu nitelendirme yanlıGtır. Bu rakamların kökeni
yani ilk ortaya çıktığı yer Hindistan'dır ve buradan önce Arabistan'a, daha sonra Gslami kültür
yayılımı ile birlikte Avrupa'ya geçmiGtir.

Avrupa'da Romen rakamlarından günümüz rakamlarına geçiG Ortaçağda olmuGtur. O yıllarda
Avrupa'da hesap iGleriyle uğraGanlar Romen rakamlarını hemen terk etmediler. Daha ziyade
toplama ve çıkarma iGi yapan tüccarlara Romen rakamları daha pratik geliyordu. Örneğin 68'den
16'yı çıkarmak için 68 yani 'LXVIII' rakamından 16'yı ifade eden 'XVI' rakamlarını silince geriye
'LII' yani 52 kalıyordu.

Diğer bir örnek olarak 77 (LXXVII) sayısından 15'i (XV) çıkartalım. Yapılacak iG 77'nin içinden
X ve V rakamlarını silmektir. Sonuç 'LXII yani 62'dir.

Bu arada Romen rakamları nelerdir bir görelim: I(1), II(2), III(3), IV(4), V(5), VI(6), VII(7),
VIII(8), IX(9), X(10), XX(20), XXX(30), XL(40), L(50), LX(60), LXX(70), LXXX(80), C(100),
D(500), M(1 000)

Romen rakamaları her bir sayının karGılığı olan harfler, büyükten küçüğe doğru ve soldan sağa
yazılıp bunların hepsi toplanarak bulunur. MDCLXVI sayısı neymiG bulalım:

(M=1 000)+(D=500)+(C=100)+(L=50)+(X=10)+(V=5)+(I=1)=1966

Ancak günümüzde sistem tam böyle çalıGmıyor, büyük rakamdan önce gelen daha küçük rakam
büyükten çıkartılıyor. Örneğin IX=(10-1)=9, bu Gekilde 1999 sayısı olan MCMXCIX (1
000+900+90+9)=1999 olarak bulunuyor.

Bir baGka uygulama da aynı harfi üç kereden fazla tekrar etmemek Geklinde. IIII yerine IV,
XXXX yerine XL kullanılıyor. Ancak Romen rakamlarında M'den büyük harf olmadığından 1
000'den sonra örneğin 4 000 MMMM Geklinde yazılabiliyor. Daha büyük sayılarda ise sayının
kaç kere 10'un katı olduğunu ifade etmek için parantez iGaretleri kullanılıyor.

Romen rakamlarında sayıdan önce 'bir' gelmesi sadece dört (IV) ve dokuzda (IX) vardır. Romen
rakamlarında sıfır yoktur. Rakam gösterildiği iGaret kadar yani 'X' nerede olursa olsun '10'dur.
Halbuki günümüz rakamlarında '1' tek baGına iken '1'dir ama sağdan ikinci haneye geçince '10'
değerini, üçüncüye geçince '100' değerini alır.

Tüm bu nedenlerle günümüzün karmaGık iGlemlerinde Romen rakamlarının kullanılmaları
mümkün değildir. Sıfır sayısının katılmasıyla hiç rekabet güçleri kalmamıGtır. Duvar saatlerinde
dekoratif amaçlı kullanılmaları yanında pratik bir kullanım yerleri yoktur.

Günümüzde milyon, milyar derken trilyonları hatta katrilyonları ifade eder hale geldik. Gleriki
yıllara hazırlık amacıyla milyondan baGlayarak sonra gelen sayılara bir bakalım. Sayı isminin
yanına bir parantez içindeki rakamlar o sayıda kaç tane sıfır olduğunu gösterir:

Milyon(6), milyar(9), trilyon(12), katrilyon(15), kuintrilyon(18), sekstrilyon(21), septrilyon(24),
oktrilyon(27), nanilyon(30), desilyon(33), andesilyon(36), dudesilyon(39), tredesilyon(42),
kattırdesilyon(45), kuindesilyon(48), seksdesilyon(51), septendesilyon(54), oktadesilyon(57),
novemdesilyon(60), vijintilyon(63).


 

 

 

 

 

 Pusulalar gerçekten kuzeyi mi gösteriyor?

 

Dünyanın kendisi, çekirdeğindeki soğumamıG kısımlarından dolayı dev bir mıknatıstır. Bu büyük
mıknatısın artı ve eksi uçları kuzey ve güney kutuplarındadır. Ancak bildiğimiz coğrafi
kutuplarda değil. Pusulanın minik ucu tam kuzeyi göstermez, gösterdiği noktaya magnetik kutup
denir.

Pusulanın gösterdiği kuzey yönünü devamlı takip ederseniz kuzey kutbuna hiçbir zaman
ulaGamazsınız. O noktadan 7 derece yani kilometrelerce uzaklıktaki magnetik kutba varırsınız.
Olayın ilginçliği bu kadarla da bitmiyor. Bilimin kesin olarak saptadığı bir sürpriz daha var. Bu
magnetik kutupların yerleri de sabit değil, zamanla değiGiyor, kuzey güneye, güney kuzeye
geliyor.

Eğer elinize bir pusula alıp zaman yolculuğu yapabilseydiniz, birkaç milyon yıl önce pusulanızın
kuzey gösteren ucuna bakarak seyahat edince sizi penguenlerin büyük atalarının karGıladığım,
yani güney kutbuna vardığınızı GaGırarak görürdünüz.

Magnetik kutupların niçin ve nasıl yer değiGtirdikleri henüz tam bilinmiyor. Bu olayın dünyada
kraterlerin oluGması, iklimlerin değiGmesi, bazı canlı türlerinin yok olması gibi olaylarla yakın
ilgisi olduğu sanılıyor. Bilim insanları magnetik kutupların yer değiGtirmesinin 170 milyon yılda
yaklaGık 300 defa tekrarlandığını, bugünkü konumuna en son 750 bin yıl önce geldiğini ileri
sürmektedirler.

Sadece magnetik kutupların yer değiGtirmelerinin değil dünyanın magnetik alanının bile
baGlangıçta nasıl oluGtuğu tam açıklığa kavuGmuG değil. Teorilere göre dünyanın merkezindeki
sıvı halindeki çekirdek bölümündeki ısı, dıG demir katmanlara ulaGarak dünyanın dönüGü ile
beraber bir dinamo etkisi yaparak magnetik alanı meydana getirmiGtir.

Yerkürenin magnetik alanının Giddet ve doğrultusunu ölçmek için 1979 Ekim'inde uzaya
gönderilen 'Magsat' uydusu 3 yıla yakın görev yapıp da yanmadan önce gönderebildiği en önemli
bilgi, magnetik alanının Giddetinin gittikçe azaldığı, her on yılda Giddetinden yaklaGık yüzde birini
yitirdiği, böyle giderse muhtemelen bin yıl sonra magnetik kutupların yerlerinin tekrar
değiGebileceği bigisiydi.

 

 

 

 

 

 Antifiriz suyun donmasını nasıl önlüyor?

 

Arabamızın motoru arabayı yürütecek gücü sağlarken bir yandan da ısı üretir. Motor bloğu içinde
devamlı dolaGan su ile motor soğutulur. Motordan aldığı ısı ile ısınan bu su da radyatörde havanın
yardımıyla soğutulur.

Kapalı bir çevrimde ve ideal ısı dengelerinde devamlı oluGan bu olayın farkına biz ancak,
herhangi bir arıza durumunda soğutma olayı yetersiz kaldığında, radyatörden buharlar çıktığında,
yani bilinen tabiri ile arabamız hararet yaptığında varırız.

KıGın soğuk aylarında, hava sıcaklığı sıfırın altına düGünce, arabamız kapı önünde hareketsiz


halde iken bu soğutma suyu da her su gibi donabilir. Donunca geniGler ve yaptığı basınçla motor
bloğunu çatlatabilir. Bu olayı önlemek için suyun içine, sıfırın çok altındaki derecelerde bile
donmasına mani olacak 'anti-firiz' dediğimiz sıvı ilave edilir.

Motorun soğutma suyunun içine ne oranda antifiriz konulacağını, o bölgede olabilecek en düGük
hava sıcaklığı belirler. O zaman Göyle düGünülebilir. Tam emniyetli olması bakımından, soğutma
suyunun yerine niçin tamamen antifiriz doldurmuyoruz? Antifiriz oranı yüzde yüzü bulunca
sıcaklık ne kadar düGerse düGsün maksimum korunma sağlanmıG olmaz mı?

Hayır, olmuyor. Mantıken ters gelebilir ama belirli orandan fazla konulan antifiriz bu sefer de
tamamen ters tepki veriyor. Suya yüzde 50 oranında katılmıG antifiriz -37 derecede donarken,
antifirizin kendisi yani saf antifiriz -12 derecede donuyor.

Suyla karıGabilen her Gey onun sıfır derece olan donma noktasını düGürür. Yani donma derecesini
düGürmek için suya toz Geker, Gurup hatta aküdeki asit bile konulabilir. Hepsi de bir dereceye
kadar aynı iGlevi görür ancak hiçbiri diğer tehlikeli yan etkileri bakımından tavsiye edilmez.

Glk otomobillerde Geker ve balın antifiriz olarak kullanılmaları denendi, sonraları ise alkolde karar
kılındı. Ancak bu sefer de alkolün kaynama noktası düGük olduğundan motor sıcakken sorun
çıkardı. O halde ideal antifirizin donmayı önlemesi ama aynı zamanda da suyun kaynamasına
sebep olmaması gerekiyordu. Günümüzde bu amaçla 'etilen glikol' denilen renksiz kimyasal bir
sıvı kullanılıyor.

Suyun içine katılan kimyasalların donmayı önleme özelliği, suyun ve buzun moleküler yapıları ve
antifirizin bu yapılara olan etkisinden ileri geliyor. Bilindiği gibi tüm sıvılarda olduğu gibi suda
da moleküller serbest ve düzensiz halde, katılarda (buzda) ise sabit ve düzgün bir yapıdadırlar. Su
donarken önce moleküllerinin hareketleri yavaGlar sonra da düzgün ve sabit bir pozisyona gelirler
yani kristalleGirler. GGte antifirizin buradaki rolü, moleküllerinin su molekülleri ile birleGerek
onların buz kristalleri oluGturmalarına mani olmaktır.

Peki öyleyse ortada su yokken antifiriz kendi kendine niçin daha çabuk donuyor? Çünkü suya
katıldığında antifirizin su moleküllerine yaptığını su da antifiriz moleküllerine yapar. Donmayı
önlemek daha doğrusu geciktirmek iki taraflı çalıGır, su da antifirizin donma derecesini düGürür.
Sonuç olarak arabanın soğutma suyuna önerilenden fazla antifiriz konmasının hiçbir faydası
yoktur aksine zararı vardır.

 

 

 

 

 

 Ne zamandan beri insanlar gözlük kullanıyorlar?

 

güphesiz tarih boyunca tüm insanlarda görme kusuru olmuGtur. 13. yüzyılda gözlük ortaya
çıkıncaya kadar gerek doğuGtan gerekse sonradan göz bozukluğu olan insanlar, ömürlerini böyle
geçirmeye, iG yapamamaya hatta evden dıGarı çıkamamaya mahkumdular.

Aslında gözlüğün ana malzemesi olan camın tarihi dört bin 500 yıl evveline kadar gidiyor. Antik
dünya insanlarının optik hakkında bilgileri olduğu, camın belirli bir formunun cisimleri
büyüttüğünü fark ettikleri biliniyor. Hatta milattan önce bin yıllarına ait, büyüteç olarak
kullanılmıG cam örneklerine Girit'teki kazılarda rastlanılmıGtır. Ne var ki büyütecin cam haline
gelmesi çok zaman aldı.

Gözlüğü ilk bulan kiGinin kim olduğu bilinmiyor. Gnsanlık tarihinin büyük teGekkür borçlu
olduğu, bu parlak buluGu gerçekleGtiren kiGinin kim olduğu bütün araGtırmalara rağmen hala
sırrını koruyor. Bu kiGinin 1250 veya 1280 yıllarında Venedik'te yaGamıG olması büyük bir


olasılık, çünkü 13. yüzyılda, Ortaçağda Venedik, Gtalya'da cam üretimiyle ünlü olan bir yerdi.

Glk gözlüklerin mercekleri konveks, yani dıGbükeydi ve sadece yakını görme problemi olanların
iGlerine yarıyordu. Uzağı görme sorunu olanların derdine çare olacak konkav (içbükey)
merceklerin üretilmesi için yüzyıl geçmesi gerekecekti. Görüldüğü gibi gözlüğün tarih içindeki
geliGmesi oldukça yavaGtır.

Uzağı görme sorununu yani miyopluğu düzeltecek merceklerin ancak 15. yüzyılda
yapılabilmesinin sebebi o tarihlerde, gözlüğün daha çok yakını okuma amaçlı kullanılması, uzağı
görememenin o kadar önemsenmemesi ve içbükey merceklerin imalinin daha zor ve pahalı
olmalarıydı.

Gözlük icat edildikten ancak 350 yıl sonra düGmeden yüzün ortasına tutturulabildi. Aslında bu
gözlük tarihindeki en son ve önemli buluGtu. Edward Scarlett 1730'da Londra'da sabit gözlük
sapım icat etti. Saplar kafaya göre ayarlanabildiği için gözlük burun üzerine daha az ağırlık
yapıyor, düGme tehlikesi de önlenmiG oluyordu.

Ancak tüm bu yavaG geliGmeye karGın gözlüğün insanlığa hizmeti büyük oldu, en azından onların
yaGama bağlılıklarını arttırdı. Matbaanın icadından, basılan kitap ve gazete sayısının artmasından
sonra gözlük lüks olmaktan çıkıp tam bir ihtiyaç oldu.

14. yüzyıl ortalarında Gtalyanlar gözlük camlarına belki Gekillerindeki benzerlikten dolayı
'mercimek' anlamında 'lenticchie' adını verdiler. Gngilizcesi de 'lentis' olan mercimek, yaklaGık iki
yüzyıl gözlük camı anlamında da kullanıldı. Günümüzde kullanılan 'lens' adının kökeni de bu
sebeple mercimeğe dayanıyor.

Glk gözlükçü dükkanı 1783'de Philadelphia'da açıldı. Francis Mc Allister dükkanında gözlükleri
bir sepetin içine yığıyor, müGteriler de bunları tek tek deneyerek gözlerine uygun geleni
alıyorlardı.

Glk güneG gözlüklerinin 1430'lu yıllarda Çinliler tarafından kullanıldığını biliyor muydunuz?
AteGte dumanın isi ile kararttıkları gözlükler görme kusurlarını düzeltmek için değildi. Sanılacağı
gibi GüneG'ten korunmak için de değildi. Çinliler baGta mahkemeler olmak üzere bir çok yerde
gözleri görünmesin, düGünceleri göz ifadelerinden belli olmasın diye bu koyu renkli gözlükleri
takıyorlardı. Daha sonraları Gtalya'dan Çin'e numaralı gözlükler de getirildi ama Çinliler onların
da çoğunu iste kararttılar.

 

 

 

 

 

 Beyaz ve kahverengi yumurtalar arasındaki fark nedir?

 

Bakkaldan veya marketten yumurta alırken kabuğunun rengi sizin için önemli mi, bu konuda bir
tercihiniz var mı? Sizce kabuk renkleri farklı olan yumurtaların içleri de besin değeri olarak farklı
olabilir mi? Tavukların niçin bazılarının yumurtaları beyaz da bazılarının açık kahverengi?

Bu konuda iki zıt ama ikisi de yanlıG olan görüG var. Kabuktaki beyaz rengin, yumurtanın ideal
oluGumunu tamamladığını gösterdiğini, bunun dıGında bir renk değiGiminin kalitede düGüG
anlamına geldiğini iddia edenlerin yanı sıra kabuğun rengi ne kadar koyu ise besin açısından da o
kadar değerli olduğunu ileri sürenler de var. Genellikle Avrupa ülkelerinde kahverengi
yumurtalar makbul sayılırken ABD'de durum tam tersidir.

Oysa her iki görüG de yanlıGtır. Besin değeri, lezzet ve piGme karakteristikleri bakımından her iki
renk yumurtanın da içi aynı değerdedir. Her iki yumurtada da aynı miktarda protein, mineral ve
vitaminler (C vitamini hariç) vardır. Tabii tavuğun yediği yemin kalitesi de belirli farklar


yaratabilir.

Yumurtanın içi değil de kabuğunun rengi ile haklı olarak ilgilenenler sadece onları paketleyenler
ve satanlardır, çünkü bir pakette hep aynı rengin olması müGteri tarafından tercih edilmektedir.

Tabiatta yaGayan hayvanların yumurtalarını renkli veya koyu renkte hatta gölgeli ve çizgili
Gekilde yumurtlamalarının ana nedeni, bu yumurtaları yemek isteyen düGmanlarına karGı kamuflaj
yaparak neslin devamını sağlamaktır.

Yumurtaların kabuklarının renklerini, tavuğun kökenine, atalarının yaGadığı yerlere bağlayanlar
da var. Bu görüGe göre Asya kökenli tavukların yumurtaları kahverengi, Akdeniz kıyıları
kökenlilerin ise beyaz oluyormuG.

Daha çok kabul gören bir diğer görüGe göre ise beyaz kabuklu yumurtalar beyaz ibikli ve kulak
memesi beyaz olan tavuklar tarafından yumurtlanıyormuG. Gbik ve kulak memesi kırmızı olanlar
ise kahverengi kabukları olanları yumurtluyormuG.

Kabuğu hangi renk olursa olsun iGte size yumurta ile ilgili bazı faydalı bilgiler: Yumurtayı
haGlayıp haGlamadığınızı unuttunuz. Masanın üstünde fırıldak gibi döndürün. Eğer hemen
duruyorsa taze yani piGmemiG, biraz daha uzun süre dönmeye devam ediyorsa içi katı yani
haGlanmıG demektir. Yumurtanın tazeliğini merak ediyorsanız suya koyun, taze ise suda batacak,
bayat ise yüzecektir.

Yumurtada hemen hemen hayati tüm vitaminler vardır. Bulunmayan tek vitamin C vitaminidir.
Yumurtanın besin değeri yüksek olan kısmı sarısıdır. Akı ve sarısı karıGtırılarak, omlet gibi
piGirilen yumurtalarda, aktaki bazı maddeler sarıdaki vitaminlerin bir kısmının etkilerini yok
ederler.

Kalori açısından et ve süt ile mukayese edildiğinde 55 gramlık bir yumurta, 40 gram yağlı sığır
etine veya 100 gram yağlı süte eGdeğerdedir.

 

 

 

 Düdüklü tencere yiyeceği nasıl çabuk piGiriyor?

 

Tencere daha 14. yüzyılda hemen hemen tamamıyla bugünkü Geklini aldı. O zamanlar tencereler
sadece yemek piGirmek için değil, su kaynatmak hatta içinde çamaGır yıkamak için bile
kullanılıyordu. En eski tencereler dökme demirdendiler. Sonraları toprak, bakır, alimünyum,
emaye ve camdan olanları da yapıldı

Bakır tencerelerin, kullanıG ve dayanma bakımından iyi olmalarına karGın sık sık kalaylanmaları
gerekir. Alimünyum tencerelerin sakıncalı yanları ise kesif soda ve alkali eriyiklerin alimünyum
üzerine olan etkileridir. Sıcak-soğuk farkından etkilenip çatlasalar da en sağlıklı tencereler cam
(payreks) olanlarıdır. PiGirme sırasında içleri görülebildiğinden sık sık kapaklarının açılması
gerekmez, yiyeceğin vitamini kaçmaz.

Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basınca dayalı malzemeden yapılır. Kapakları ise ilginçtir.
Çevrilince tencerenin ağzını içten sıkı sıkı kapatırlar ve buharın kaçmasına mani olurlar.

Düdüklü tencerenin kapağında herhangi bir patlama tehlikesine karGı, istenen basınca, dolayısıyla
piGme derecesine göre ayarlanabilen bir subap vardır. Basınç ayarlananın üstüne çıkınca subap
açılır, buhar buradan dıGarı kaçar, hızla çıkan buharın çıkardığı düdük sesi de etrafı olaydan
haberdar eder. Düdüklü tencere ismini de bu nedenle almıGtır.

Düdüklü tencerenin piGirme prensibinde suyun kaynama özelliği yatar. Su 100 derecede kaynar
demek tek baGına doğru bir ifade değildir. Kaynama sıcaklığı atmosfer basıncı ile doğrudan
ilgilidir. Basınç atmosfer basıncından düGükse, su daha düGük sıcaklıklarda da kaynayabilir veya
basınç atmosfer basıncından yüksekse suyun kaynaması için daha yüksek sıcaklıklar gerekir.


Normal tencere ısıtıldığında su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sıcaklık sabit
kalır, yemek de bu sıcaklık da piGer. Düdüklü tencerede ise buhar dıGarı kaçamadığından
tencerenin içindeki basınç gittikçe artar, dolayısıyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki
sıcaklık 130 dereceye kadar çıkar.

Böylece piGirilmesi istenen besinlerin ısısı suyun kaynama derecesinden çok daha yükseğe çıkar.
Bu yüksek sıcaklık yiyeceğe süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha
çabuk piGmesini sağlar. Bundan dolayı et haGlaması en çok yarım saatte, kuru sebzeler yirmi
dakikada piGebilirler.

Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yılının 12 Nisan akGamı Londra'da bir evde kraliyet
sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmiG yemeklerden
farklıdır çünkü davetlilerden Fransız mucit, 35 yaGlarındaki DeniG Papin, yemeği son buluGu olan,
her tarafı kapalı, üzerinde emniyet vanası olan bir kap içinde piGirecektir.

Papin, gazlarla ilgili ana kanunları formüle eden Grlandalı fizikçi Robert Boyle'nin asistanıdır ve
kabın içindeki buhar basıncını arttırarak, yemeğin sıvı kısmının kaynama noktasını yükselten bu
buluGunu 1679'da gerçekleGtirmiGtir. Yemekte bulunanlar piGen etten o kadar memnun
olmuGlardır ki, bu buharlı tencere süratle yayılmıG, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta
ve pudinglerin piGirilmelerinde bile kullanılmıGtır.

Her icadın ilkinde olduğu gibi, bunda da bazı aksamalar olmuG, emniyet valfı sık sık tutukluk
yapmıG, güzel bir akGam yemeği yemeye hazırlananlar, tencere patlayınca yiyecekleri duvarlarda
seyretmek zorunda kalmıGlardır. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yıl
unutulmasına yol açmıGtır. Tekrar popüler olması ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmuGtur.

'Bir ordu midesi üzerinde hareket eder' diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine
yiyecek ikmalini sağlıklı yapamamaktan Gikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat
etmesi üzerine Fransız Gef Nicholas Appert, Papin'in buluGunu geliGtirerek günümüzdekine
benzer pratik bir düdüklü tencere yapmıG ve tekrar yaygın olarak kullanılmasını sağlamıGtır.

 

 

 

 

 

 Ispanaktaki demir insanı gerçekten güçlü kılar mı?

 

Ispanak, vitamin ve diğer besin maddeleri bakımından oldukça zengin bir sebzedir. Yapısının
büyük bir kısmını su oluGturur. Özellikle C vitamini diğer sebzelere oranla daha fazladır hatta
limon, portakal gibi turunçgillere yakındır. Ispanak kalsiyum ve demir bakımından da zengindir.

Ancak ıspanağı diğer yeGil sebzelerden ayıran, demir bakımından aGırı bir zenginlik de söz
konusu değildir. EGit ağırlıklı bir hamburgerde de ıspanak kadar demir vardır. Ayrıca bir
mineralin bir sebzede çok bulunması, yenilince doğrudan vücudumuza geçeceği ve vücudumuzu
bu mineraller bakımından zenginleGtirip kuvvetlendireceği anlamına gelmez.

Her ne kadar çizgi roman kahramanlarının en eskilerinden olan Temel Reis zorda kalınca, bir
konserve kutusu açıp içindeki ıspanağı yiyince adeleleri, pazuları GiGip insan üstü bir güce sahip
oluyor gibi görünüyorsa da ıspanağın içindeki gerek kalsiyumun gerekse demirin insan vücudu
tarafından emilmesi zordur. Bu nedenle ıspanaktaki demirin insana pek faydası yoktur.

Temel Reis'in neden baGka bir sebze değil de ıspanağı tercih ettiği konusunda, teneke kutu içinde
satılan ıspanağın reklamını yapması dıGında iki görüG daha var.

Birincisi, içindeki okzalik asitin verdiği ekGimsi tadı nedeniyle ıspanak yemeyi sevmeyen
çocuklara bu yemeği sevdirmek. Gkincisi ise ıspanakla demir, demirle kuvvet arasında iliGki


kurarak demir eksikliğinin vücutta yarattığı zayıflık ve halsizliğin, ıspanak yemekle
giderileceğine insanları inandırmaktır.

Demir eksikliğinin anemi denilen kansızlık hastalığı yarattığı doğrudur ama çok demir almanın
da insanın kuvvetlenmesiyle fazla bir alakası yoktur. Vücudumuzun bir günlük demir ihtiyacını
sadece ıspanaktan karGılayabilmek için yılda vücut ağırlığımızın iki misli kadar ıspanak yememiz
gerekir ki bu da çok iyi bir fikir değildir. Ispanaktaki okzalik asit aGırı alındığında, idrarda
toplanarak böbreklerde taG oluGumuna sebep olabilir.

Gelelim ıspanağın niçin yoğurtla yenildiğine. Gıdaların bileGimlerinde bulunan bazı maddeler, o
gıdanın besin değerini azaltır. Örneğin ıspanakta bulunan okzalik asit, kalsiyumun vücut
tarafından alınmasına mani olur. Bu nedenle okzalik asitçe zengin olan gıdalarla yoğun olarak
beslenildiğinde, vücudun kalsiyumu bol gıdalarla takviye edilmesi gerekir.

Ispanak, semizotu, ebegümeci, pazı gibi gıdaların, kalsiyum zengini yoğurt ile yenilme
alıGkanlığının kökeni veya bilinçli olarak baGlatılıp baGlatılmadığı, insanların tat vermesi için mi
yoksa sağlıklarını düGündükleri için mi bu alıGkanlığı kazandıkları bilinmiyor ama kalsiyum
eksikliğini gidermesi açısından yoğurt ilavesi son derecede yararlı ve sağlıklıdır.

 

 

 

 

 

 Bal, bebekler için zararlı olabilir mi?

 

Bir yaGını geçmiG çocuklara balın bir zararı olamaz ama 12 aylıktan daha küçük bebeklere tavsiye
edilmez. Peki nasıl oluyor da, tabiatın arılar vasıtası ile bahGettiği bu muhteGem gıda bebekler için
zehirleyici olabiliyor?

'Botulizm' kelimesi bir çeGit zehirlenmeyi tarif eder. Botulin ise bakterilerin ortaya çıkardığı bir
protein olup kaslardaki fiber doku yoluyla sinir hücrelerini istila eder, sonucu ölüme yol
açabilecek hasarlar verebilir.

Botulizm bakterisi tabiatta bol bulunur ama havadaki oksijen tarafından hemen öldürülür. Ancak
aktif olmadıkları zamanlarda bile oksijensiz bir ortamda yine hayat bulurlar. Bu, en çok teneke
konserve kutularda saklanan gıdalarda görülür. Ağzı sıkı kapalı kutuların oksijensiz ortamında
canlanan bakteriler, eğer yiyecek iyi ısıtılmazsa zehirleyici toksinler üretirler.

Arılar bal yapmak için nektar toplarlarken botulizm sporlarını da beraber alıp farkında olmadan
bal yapımında kullanabilirler. YetiGkinlerde bu balın yenmesi sorun yaratmaz. Gerek vücudun
savunma sistemi gerekse midenin asitli ortamı, bu bakterinin zarar vermesine müsaade etmezler.
Bebeklerde ise hem savunma sistemi yeterli gelismemiGtir, hem de mide hala ancak anne sütünü
hazmedebilecek durumdadır. Zehirlenen bebek nefes alma ve yutkunma zorluğu çekebilir, kol,
bacaklar ve boyunda güçsüzlük ortaya çıkabilir, durum çok ciddi sonuçlara yol açabilir.

Aslında botulin proteini bebeklere 6 aya kadar zarar verebilir. 8 aydan sonra tehlike geçmiGtir
ama en iyisi, bebeğin sağlığını emniyete almak için bir yaGına kadar bal yedirmemektir.

Balın bir türü olan delibal zehirlenmesi ise bir baGka olaydır, yaGa bağlı olmadan tüm insanları
etkileyebilir. Daha çok Karadeniz bölgesinde görülen bu zehirlenmenin nedeni arıların balı
yaparken kara ağrı ve sarı ağrı adı verilen bitkilerin çiçeklerinden aldıkları toksindir.

Zehirlenme, bir kiGinin bu baldan 50-100 gram yemesinden sonra ortaya çıkar ve kendini karın
ağrısı, ishal, kusma, baG dönmesi hatta kol ve bacaklarda ağrı, kramp ve felçler Geklinde belli
eder. Genellikle ölümle sonuçlanmaz. Bu balın bekletilmesi veya kaynatılması da zehirlenmeye
çare değildir.


 

 

 

 

 

 Gıdaları muhafaza etmek için niçin donduruyoruz?

 

Bugün artık hemen hemen her evde buzdolabı var. Günlük gıdalarımızı bozulmasınlar diye
buzdolabında saklarken, uzun süre saklayacaklarımızı da buzluk veya derin dondurucu dediğimiz
kısmına koyuyoruz. Gıdaların normal hava Gartlarında bozulmalarının nedeni, bu ortamda gıdada
bulunan bakterilerin, mikropların kısacası mikro organizmaların geliGerek faaliyetlerini
sürdürmeleridir.

Gıdaları soğukta veya dondurarak muhafaza en çok baGvurulan ve püf noktaları olan
yöntemlerdir. Bu arada gıda muhafazasında tam tersi yollar da vardır. Isıtarak muhafaza ve
kurutma gibi. Hatta turGu kurmak bile bir muhafaza yöntemidir. Dondurarak muhafazaya
geçmeden önce pastörizasyon, sterilizasyon gibi sık sık ismini duyduğumuz veya etiketlerin
üzerlerinde gördüğümüz terimlerin anlamlarına bir bakalım.

Gıdaları daha dayanıklı kılmak amacıyla uygulanan yöntemlerden pastörizasyon ve sterilizasyon
ısıl uygulama ile muhafaza anlamına gelmektedirler. Sterilizasyonda gıda 100 derecenin üzerinde
ısıtılır. 100 derecenin altındaki ısıl uygulamalar ise pastörizasyon adını alır. Her iki yöntemde de
amaç daha iGin baGında bakteri ve mikropları öldürmektir.

Hangi yöntemin uygulanacağını gıdanın asit durumu belirler. Asit oranı fazla gıdalarda bakteri ve
mikropların ısıya dirençleri azalır. Bunun için düGük asitli gıdalar sterilize edilirlerken yüksek
asitli gıdalar pastörize edilirler. Ancak sütte durum farklıdır. Süte pastörizasyon iGleminin
uygulanmasının asıl amacı dayanıklı bir ürün elde etmekten ziyade verem mikrobunu
öldürmektir.

Kurutarak saklamada, su ortamdan uzaklaGtırılır. Böylece bakteri ve mikropların geliGmesi
önlenir, biyokimyasal reaksiyonlar en aza indirilir. Ancak yine de bazı kimyasal reaksiyonlar
oluGur ve bunlar da renk koyulaGmasına ve gıdanın acılaGmasına yol açarlar.

Soğukta muhafazada, gıdanın hücre suyu, en fazla donma noktasına kadar soğutulur. Meyve ve
sebzelerde bu sıcaklık +4 ile -2 derece arasındadır. Bu yöntemin en yaygın kullanma yeri
buzdolabıdır ve dondurarak muhafaza ile karıGtırılmaması gerekir.

Günümüzde gıdaların dondurularak saklanması çok yaygın bir Gekilde uygulanan en iyi muhafaza
yöntemidir. Bu yöntemde hücre suyunun donması ve hücrelerin ölmesinin sağlanmasına kadar
sıcaklık düGürülür. Gıdalar genellikle -40 derecede dondurulur, -18 veya -20 derecede muhafaza
edilir.

Gıdadaki su miktarının azalması bakteri ve mikropların yaGamalarına uygun olmayan bir ortam
yaratır. Ancak dokulardaki suyun donarak buza dönüGmesi sırasında hacim büyüdüğünden
hücrelerdeki doku yapıları da bozulabilir. Bunu önlemek için donma olayının hızı çok iyi kontrol
edilmelidir.

Gıdaları yavaG yavaG dondurursak oluGan buz kristalleri hücre dokularını parçalayacağından,
yapısı bozulmuG olan bu gıda çözünme sırasında dıGarıdan gelecek bakterilerin hücumuna karGı
direnç gösteremez ve çabucak bozulur, donma sırasında oluGan buz kristallerinin boyutları,
donma hızına bağlıdır. O halde donma, buz kristallerinin büyümelerine fırsat bırakmayacak
Gekilde mümkün olduğunca hızlı olmalıdır (Gok donma).

Bu Gekilde dondurulmuG gıdalar tüketiciye ulaGana kadar dondurulmuG durumda olmalı ve
depolarda -18 derecenin üstüne çıkılmamalıdır. Çünkü bir kere dondurulduktan sonra çözülen


gıda artık steril değildir, hatta bu durumda bozulma daha hızlı oluGur, tekrar dondurmak da çare
değildir.

 

 

 

 

 

 Arı sütü nedir?

 

Bir arı kolonisinde on binlerce iGçi arı, binlerce erkek arı ve sadece bir tane ana (kraliçe) arı
vardır. Ana arı kovanın her Geyidir, yokluğunda iG düzeni ve üretim durur. Ana arı kovanda tek
olduğu gibi, ölümü halinde yerine geçebilecek ikinci bir arıya da izin vermez. Kovanda ana arı
adayı olmak demek ölüm demektir.

Ana arının yok olmasına bir Gekilde ölmesi neden olabileceği gibi arıcı tarafından da bilinçli
olarak kovandan alınabilir. Ana arı yok olunca koloninin kendisine süratle yeni bir ana arı
edinmesi gerekecektir. Bu yeni ana arı eskisinin yumurtladığı son yumurtalardan çıkacaktır.

Bu yumurtaların arı sütü ile beslenmesi, yeni ana arının arı sütü içinde doğuG ve geliGme
evrelerini geçirmesi gerekmektedir. Burada görev yine iGçi arılara düGer. GGçi arılar üst çene
bezlerinden beyaz renkte, pelte kıvamında, hafif keskin koku ve tatta bir sıvı salgılarlar. GGte arı
sütü budur. Bu salgı ile beslenen yumurtalar 16 gün sonra arı olarak gözü terk ederler.

Arı yetiGtiricileri bu safhada larvaları yok ederek, arı sütünü kaGıklarla gözlerden toplarlar. Her
bir gözden yaklaGık 0,1 gram arı sütü alınabilir. Yüzde 65'G su, yüzde 35'i ise protein, yağ, Geker
ve vitamin ihtiva eden kuru maddeden oluGmuGtur.

Arı sütü, özellikle sinir sistemi hastalıklarında, yorgunluk sorunlarında, kısırlık ve damar sertliği
tedavilerinde, insana güç ve zindelik kazandırmada kullanılan, doğrudan doğadan gelen önemli
bir tabii gıdadır. Piyasaya saf veya bala karıGtırılmıG halde, draje veya tablet halinde
sunulmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 Gnsan sadece havuç yerse teni turuncu olur mu?

 

Evet doğrudur. Hatta bu konuda çok ileri gidilirse ölüme yol açabilecek zehirlenmeler bile
olabilir. Fakat havuçtan zehirlenme olayı o kadar azdır ki, patatesin yeGillenmiG kısmının
yaratabileceği zehirlenmenin yanında değerlendirmeye bile alınmaz.

Havuç, kökü yenilen otsu bir bitkidir. Glk olarak bundan 3 bin yıl kadar önce Orta Asya'da
Afganistan dolaylarında yetiGtirilmiG, buradan da Ortadoğu yoluyla dünyaya dağılmıGtır. Aslı yol
kenarlarında, kıraç yerlerde yetiGen yabani havuçtur.

Glk havuçların renkleri turuncu değildi. Beyaz, pembe ve sarı idiler. Turuncu veya kırmızımsı
havuçlar 1600'lü yıllarda Hollandalılar tarafından geliGtirilmiGlerdir. Günümüzde tüketilen
havuçların hemen hemen tümü Hollanda kökenlidir. Beyaz ve sarı renkteki havuçlar yem olarak
kullanılırlar.

Çok besleyicidir. Çiğ veya piGmiG olarak yenilebilir, içinde yüzde dokuz karbon hidrat ve karoten


denilen boya maddesi bulunur. Bu boya maddesi, rengi sarı ve turuncu olan bütün meyve ve
sebzelerde bulunur. Bunlar yenildiğinde vücudumuz, karoteni A-vitaminine çevirir. Bir adet
havuç vücudumuzun günlük A-vitamini ihtiyacının yüzde 220'sini karGılar.

A pro-vitamini Geklinde havuçta bol miktarda bulunan karoten, sağlıklı büyümeye, derimizi ve
saçlarımızı canlı tutmaya yarar, enfeksiyonlara karGı vücuda direnç kazandırır, ayrıca geceleyin
iyi görmeye yaradığı da ileri sürülüyor. Kandaki hemoglobin miktarını arttırarak kanın
tazelenmesini sağlar. Kaynatılarak içilen suyu ishale iyi gelir. Karoten sadece havuçta değil
kavunda ve balkabağında da vardır.

Havuç çok miktarda yenildiğinde cildi turuncu renge çeviren de bu karoten denilen turuncu renkli
boya maddeleri, yani pigmentlerdir. Aslında normal olarak yenildiğinde bir tesiri olmayan
karoten çok miktarda yenilen havuç vasıtası ile aGırı alındığında cildin rengini de değiGtirir ama
bu geçicidir. Ancak ısrarla aGırı havuç yenilmesine devam edilirse ciddi sonuçları görülebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 Balık yemek zekayı arttırır mı?

 

Beslenme uzmanları olumsuz hiçbir yanı bulunmayan balık etini hararetle tavsiye ederler. Balıkta
bol miktarda protein, vitamin ve mineral tuzlar vardır. Tuzlu suda yaGamasına rağmen balık
etinde çok az tuz vardır. Hatta balıkların birçok türünü doktorlar tuzsuz yemek rejimlerinde
önerirler.

Yağlı balıklarda bulunan lipitlerin insan sağlığı üzerine hiçbir zararları olmadığı gibi vücudu kalp
ve damar hastalıklarına karGı da korurlar. Bol miktarda balık tüketilen ülkelerde yapılan sağlık ve
yaGam suresi istatistikleri de bu görüGü destekler.

19. yüzyılda iki Alman kimya mühendisi, beynin zihinsel aktivitesini yürütebilmesi için gerekli
kimyasal elementin 'fosfor' olduğunu ileri sürdüler. Hatta bu düGüncelerini 'fosfor olmadan bir
beyin sağlıklı çalıGamaz' diyerek çok iddialı bir biçimde sundular.

Bu arada bir baGka bilimci de balık etinin fosfor bakımından çok zengin olduğunu ortaya
çıkarınca, bu iki fikir birleGti ve balık etinin beyine dolayısıyla zeka geliGimine çok faydalı
olduğu gibi genel bir inanıG doğdu.

Aslında fosfor insan organizması için gerçekten gereklidir. Gereken miktar et, süt, tahıllar ve
sebzelerin yanında balıklardan da sağlanır. Fosfor vücutta kemiklerde ve diGlerde kalsiyumla
birleGmiG halde bulunur. Fosforun eksikliği çocuklarda kol ve bacak kemiklerinde biçim
bozukluklarına, yetiGkinlerde ise kemik yumuGamasına neden olur.

Eczacılıkta kullanılan fosfor ise beyaz fosfordur. Eskiden fosforlu bitki yağı ve fosforlu balık
yağı Geklinde insanlara sinir kuvvetlendirici ilaç olarak verilirdi. Zamanla bu tip ilaçların
zehirlenmelere yol açtıkları tespit edildi ve kullanımdan kaldırıldılar.

Günümüze kadar yapılan araGtırmalarda fosforun, beynimize gerekli diğer kimyasal elemanların
yanında fazladan bir faydasının olduğu ve beynin fonksiyonlarını arttırdığı saptanmamıGtır.

Sonuç olarak, balıkta ciddi bir oranda fosfor yoktur, olsa bile fosforun fazlası insan zekasını
arttırmaz sadece çok ciddi zehirlenmelere yol açar.

 

 


 

 

 

 Çayı kim keGfetti?

 

Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keGfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, kaGığı,
iGyerlerinde çay paydosu, Gehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. gükür ki çay milattan
önce 2737 yılında büyük Çin imparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keGfedildi.

Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak
kaynayan suyun içine düGtü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda
kaynamaya, hoG bir koku etrafa yayılmaya baGladı. Gmparator merak edip suyun tadına bakınca
çay keGfedilmiG oldu.

Gmparatorun kendi keGfi hakkındaki düGüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve
uykuya olan isteği azalttığı Geklindeydi. Çay ismi de Çincedeki "ça"dan geliyor. Benzer Gekilde
çaya Ruslar "chay" Araplar "shaye" Japonlar “cha” diyorlar.

Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa'ya geliGi 1610 yılını buldu,
baGlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya'da o kadar değerliydi ki
çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.

Çayın Avrupa'ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satıGını ateG düGürücü, mide ağrısı giderici,
romatizmayı önleyici bir ilaçmıG gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan
yapılan iksirin tüm hastalıklara karGı direnç kazandırdığını ve yaGlanmayı geciktirdiğini ileri
sürüyorlardı.

Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüGler yayılmaya baGladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en
münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaGından sonra çay içenlerin
ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.

Gngiltere'de ise çay içmek alıGkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden
ev iGlerine soğuk bakmaya baGladıklarını, ekonomistler ise çalıGmaya harcanacak zamanın çay
içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği
olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında
çay tüketildiği tahmin ediliyor.

Günümüzde çayın yaygınlaGmasına en çok etki eden faktör poGet çayın icadıdır. Her ne kadar
icadının tam farkına varmasa da poGet çayın mucidi Thomas Sullivan'dır. Kahve ve çay ticareti
ile uğraGan Sullivan, müGterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. BaGlangıçta bu iG için
teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiG ipek torbaların bu iG için daha pratik ve ucuz
olacaklarını düGündü.

Çok geçmeden sipariGler baGladı ama GaGırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları
sipariG etmeleriydi. MüGteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaGtırdıklarını keGfetmiGlerdi.
Çayın torba (poGet) içinde satımı o kadar geliGtirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay
tüketiminin yarısına ulaGtı.

 

 

 

 

 

 Kafeinin ne kadarı zararlıdır?

 

Gnsanların sıkılınca geleneksel olarak baGvurdukları üç Gey alkol, nikotin ve kahvedir. Alkol


alınmasına ve sigara içilmesine sağlık kuruluGlarınca karGı çıkılmasına karGılık kahve içme
alıGkanlığı hiç bir zaman benzeri eleGtirilerle karGılaGmamıGtır. Halbuki fazla miktarda kahve
içimi de anormal zihinsel durumlar oluGturabilir, kafeinin birden kesilmesi kendine özgü olumsuz
belirtiler ortaya çıkarabilir.

Günlük hayatımızda baGlıca kafein kaynakları, kahve, çay, çikolata, kakao ve kolalı içeceklerdir.
Kafein en çok kahvede bulunur, çayda ise kahvenin yarısı ile beGte biri kadardır. Bir fincan
kahvede 85-100 miligram, bir bardak çayda 60 miligram, kolalı içeceklerin litresinde ise 100-130
miligram kafein bulunur. Bu nedenle kafein üzerindeki araGtırmalar kahve üzerinde
yoğunlaGmıGtır.

Kafeinli içecekler içildiklerinde vücut tüm kafeini emer, kandaki seviyesi 15-45 dakikada en
yüksek seviyesine çıkar. Alınan miktarın en azından yarısının vücutta kullanılıp atılmasına kadar
geçen zaman yaklaGık beG saattir. Kafein kandaki yağ asitlerinin seviyesini arttırır, bu maddeler
enerjiye çevrilerek vücut direncini arttırırlar. Kafein sinir sistemine uyarıcı etki yapar, uykuya
olan reaksiyon zamanını uzatır, canlılığı arttırır.

Bir insan kısa sürede 6-7 fincan kahve içerse, kafeine bağlı, huzursuzluk, uykusuzluk, ishal, kalp
çarpıntısı gibi belirtiler görülebilir. Ancak kafein zehirlenmesi olabilmesi için günde 80-100
fincan kahve, 125 bardak çay veya 200 kutu kolalı içecek içilmesi gerekmektedir ki bu da
pratikte mümkün değildir.

5-10 gramlık kafein tozu eriGkin bir kiGiyi öldürebilmektedir. Kafein zehirlenmesi belirtileri
sıkıntı, kusma, kalp çarpıntısı ve komadır. Kalbin durması ve solunum yetersizliği nedeniyle
ölüm bile meydana gelebilir.

AGırı kahve alımının Geker, gut, mide, bağırsak ve idrar yolları hastalıklarına da yol açtığı ileri
sürülmüG ama bu hastalıkların hiçbirinin nedeni ile aGın kafein alımı arasındaki iliGki
kanıtlanamamıGtır.

 

 

 

 Soğuk bir Gey yediğimizde niçin baGımız ağrıyor?

 

Gnsanların yaklaGık yüzde 30'unun dondurma gibi çok soğuk bir gıdayı yedikten veya soğuk bir
içeceği çabucak içtikten sonra baGları ağrır. 'Beyin donması' veya 'dondurma baGağrısı' da denilen
bu ağrı, kalp hastalarının sol kollarında duydukları ağrı gibi, orijini farklı, duyulduğu yerin farklı
olduğu bir ağrı çeGididir. Ağrı ağızda değil de baGta duyulmaktadır.

Bir görüG, bunun nedeninin sinüslerimiz, yani burnumuzdan aldığımız havayı akciğere giderken
nemlendiren, hastalandığımızda GiGen, burnumuzun üstündeki boGluklar olduğunu ileri sürüyor.
Buna göre soğuk bir Gey yenildiğinde, boGluklardaki hava aniden soğuyarak, ağrıya hassas sinir
uçlarını tetikliyor ve ağrının baGta hissedilmesine sebep oluyor.

Diğer bir görüGe göre ise ağzımızın kenarlarında ve tavanında bulunan damarlardaki kan
hücrelerinin akıGı ağrıya neden oluyor. Soğuk bir Gey yenildiğinde kan, o bölgeyi ısıtmak için
soğuk kısma hücum ediyor. Bu kanın bir kısmı baGımızın ön tarafından geliyor ve geldiği yerdeki
acı/ağrı alıcılarını ikaz ediyor ve bu sebeple de ağrı baGta duyuluyor.

Hangi görüGün tam doğru olduğu henüz kesinlik kazanmıG değil. En iyisi soğuk gıdaları biraz
daha yavaG yiyip, içmek ve ağızda biraz bekletip ısıtmak. Böylece hem gıdanın lezzeti daha iyi
alınır hem de kimsenin baGı ağrımaz.

 

 

 


 

 

 Çin Seddi uzaydan bakıldığında görülebilir mi?

 

Bu görüG nereden, kimden doğdu belli değil. Bir kere burada uzay denilince gezegenler ve ıGık
yılı bazında uzaklıktaki yıldızlar kastedilmiyor. Gözlemin yapıldığı yer olarak dünya üzerinde
yörüngede dönen, insan yapısı uzay araçlarından çekilen fotoğraflar ve astronotların gözlemleri
esas alınıyor.

Dünya yörüngesinde dönen uzay araçlarından dünyadaki pek çok Gey görülebilir. Uzay araçları
dünya üzerinde ortalama 165 ile 330 kilometre yükseklikte dönüp dururlar. Bu yükseklikten
ancak kilometrelerce düz olarak devam eden kanallar hatta otoyollar görülebilir. Oysa dünyadaki
insan yapısı Gekiller ile akarsular gibi tabiat yapısı Gekillerin çoğunluğu böyle değildir.

Çin Seddi milattan önce 3. yüzyılda Hun Türklerine ve Moğollara karGı ülkenin kuzey sınırını
oluGturmak ve korumak için parça parça yapılmaya baGlanmıGtır. 6 bin kilometre uzunluğunda
olan Çin Seddi, ortalama yüksekliği 7-8 metre olan iki duvardan oluGmuGtur. Bu iki duvarın
arasındaki ortalama 6,5 metre mesafe doldurulup taG döGenmiG, birkaç atlının yan yana at
koGturabileceği bir yol haline getirilmiGtir. Çin Seddi 7. yüzyılda stratejik önemini kaybetmiGtir.

Gdeal görüGe sahip bir insan, 6,5 metre geniGliğindeki Çin Seddi'ni teleskop kullanmadan ancak
20 kilometre yükseklikten görebilir. Yere düGen gölgesi de hesaba katıldığında bu mesafe 60
kilometreye çıkabilir ama burada atmosferin görüG mesafesine olan olumsuz etkisini de
unutmamak gerekir. Her iki durumda da bu yükseklik dünya etrafında dönen bir uzay aracı
yüksekliğinin çok altındadır.

Uzaya altı kere giderek, en çok gitme rekorunun sahibi, Gemini ve Uzay Mekikleri uçuGlarının da
ilk komutanı olan John Young, hiç bir uçuGunda Çin Seddi'ni göremediğini, gören birisini de
bilmediğini, seddin uzaydan görülebilecek kadar belirgin Gekil ve renk farkı oluGturmadığım,
ancak 250 kilometre yükseklikten Piramitleri ve Rusya'da Baykonur'daki Uzay Merkezini, hatta
karla kaplı düzlüklerde temizlenmiG geniG yolları görebildiğini söylüyor.

Bırakın uzay araçlarını insan daha aya gitmeden önce bazı kiGiler Çin Seddi'nin Ay'dan
görülebildiğini iddia etmekteydiler. güphesiz bu hiç de doğru değildir. Ay'a giden astronotlara ve
bu görevler sırasında çekilen fotoğraflara göre, Ay'dan bakınca dünyada görülenler, beyaz
kısımlar (bulutlar), mavi kısımlar (okyanus ve denizler), sarımsı kısımlar (çöller) ile kahverengi
ve yeGil kısımlardır (ormanlar ve bitki alanları).

Zaten Neil Armstrong (Apollo-11) ve Jim Irwin (Apollo-15) Ay'dan Çin Seddi'nin görülmediğini,
bunu düGünmenin bile çok saçma olduğunu ayrıca belirtmiGlerdir.

 

 

 

 

 

 Evrende yolculuk nasıl olurdu?

 

Böyle bir soruyu ilkçağlarda okyanus kıyısında yaGayan bir kiGiye 'bu denizlerin sonuna yolculuk
nasıl olurdu' diye sorsaydınız herhalde hayal gücünü bile kullanamazdı. Biz bugün evren
hakkında o zamanın insanının dünya hakkında bildiğinden daha çok Gey biliyoruz.

gimdilik bilebildiğimiz kadarıyla evrenin büyüklüğünü daha iyi anlayabilmek için gelin hayali bir
uzay aracı ile hayali bir uzay yolculuğuna çıkalım ve içinde bulunduğumuz Samanyolu
galaksisinin ikizi Andromeda galaksisine bir gidip gelelim.


Tabii bu uzay aracının hızı dünyamızdaki yolcu uçaklarınınki kadar, yani saatte bin kilometre
civarında olursa, GüneG'e bile varmak yıllarca sürer. Onun için aracımızın hızının ıGık hızı, yani
saniyede 300 bin kilometre olduğunu varsayalım. Bu hızı tahayyül edebilmek için bir silahları
çıkan merminin hızının saniyede bir kaç kilometre olduğunu belirtelim.

Dünyadan hareket eder etmez, bir saniyeden biraz fazla bir süre içinde Ay'ı sollar, 8 dakika sonra
GüneG'te oluruz, GüneG'in sıcaklığından bir an evvel kurtulmak için yolumuza devam edersek 5,5
saat sonra gezegenleri arkamızda bırakarak GüneG istemimizden çıkarız. Buraya kadar 6 milyar
kilometre yol gelmiGizdir ve geriye dönüp baktığımızda artık Dünya'nın yanında Ay'ı seçemeyiz.

GüneG sisteminden çıkarken rotamızı en yakın yıldıza çevirelim. 4 yıl 3 ay sonra Proxima
Centauri'ye varırız. Buralardan artık GüneG sistemimizin devleri Jüpiter ve Satürn de dahil hiç bir
gezegen gözle görülemez sadece GüneG sönük bir yıldız olarak gözümüze çarpar.

Madem hayali bir seyahat yapıyoruz, burada geçen ömrümüzün de sınırlı olmadığını kabul
edelim. 20 bin yıl sonra içinde bulunduğumuz yıldız grubu Samanyolu'nun sınırına ulaGıp dıGarı
çıkarız. Burada artık GüneG de gözden kaybolur. Bir kaç yüz bin yıl daha boGlukta gidip geriye
baktığımızda 100 milyar yıldızdan oluGan Samanyolu'nu hızla dönen büyük bir girdap gibi
görürüz.

Gçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisine diğer ülkeler mitolojiden kaynaklanan, 'süt' veya
'sütlü yol' anlamında 'Milky way' adını vermiGlerdir. Anadolumuzda ise bu yıldızlar topluluğu,
saman çalan bir hırsız kaçarken dökülen samanlara benzetilip 'Saman uğrusu' adı verilmiG bu ad
zamanla Samanyolu'na dönüGmüGtür.

GüneGimiz 4,5 milyar yaGındadır ve Samanyolu'nda bir turunu 220 milyon yılda tamamlar. Yani
GüneG, gezegenler ve biz, bugüne kadar galakside 20 turu tamamlamıG bulunuyoruz. 22 milyon
yıl sonra yirmi birinci tur da tamamlanmıG olacaktır. Son tur baGladığında dinozorlar dünyada
ortaya çıkmıGlardı. Bir turda dünyada olup bitenlere bakın.

Dinozorlar 21. tur bitmeden dünyadan silinip gittiler. Gnsanlık tarihi ise ancak 200 bin yıl
evveline kadar gidebiliyor. Afrika'da bulunan, insanı andıran maymun kalıntıları ise 3,5 milyon
yıllık, yani TaG Devri' çizgi filmindeki Fred'in hiç bir zaman bir dinozoru olamadı.

Neyse biz yolculuğumuza devam edelim. Bu arada gözümüze bizim Samanyolu'na benzer baGka
yıldız grupları da çarpar. Bunlardan en yakın olanına 400 bin yıl sonra ulaGırız. IGık hızı ile
yoluna devam eden uzay aracımız 3 milyon yıl sonra Samanyolu'nun ikizi olarak bilinen
Andromeda galaksisini de geçerek galaksiler grubunun dıGına çıkar ve daha büyük bir boGluğa
dalar.

Aslında biz dünyadan baktığımızda bu mesafeden 3-4 bin kat daha uzak gök cisimlerini de
gözlemleyebiliriz ama iyisi mi boGlukta kaybolmaktansa artık geri dönelim, evimize varmak için
daha 3 milyon yıllık yolumuz var.

 

 

 

 

 

 Dünya tarihinde bugüne kadar kaç insan yaGadı?

 

Bunu kesin hatta yaklaGık olarak bilmek bile zor, çünkü evrim teorisi daha tam açıklığa kavuGmuG
değil. Gnsanı ne zamandan baGlayarak insan nüfusuna dahil etmek gerekiyor hususu üzerinde bir
fikir birliğine varılabilmiG değil.

Maymunlar gibi ellerini ayak gibi kullandığı zamanlardan mı, iki ayağı üzerine kalkmayı
baGardığı zamandan beri mi, yoksa toplumsal yapıda belli bir üretim yapabildiği, yani diğer


canlılardan ayrı olarak içgüdüleri yerine aklını kullanmaya baGladığı zamandan beri mi insanı
"insan" saymak gerekiyor belli değil.

Tabii ilk insanlar da on binlerce yıl yiyecek bulma ve yaGama kaygılarından nüfus sayımına vakit
ayıramadılar. Tahmini olarak bu sayının 60 milyar ile 110 milyar arasında olduğu sanılıyor.
Kesin sayı vermeyi seven araGtırmacılar ise dünyada 200 bin yıldan bu yana 70 milyar insanın
doğup öldüğünü söylüyorlar. gu anda dünya nüfusunun 6 milyarı geçtiği hesaba katılırsa Gu fani
dünyadan gelip geçmiG insanların neredeyse yüzde 10'u hala aramızda.

 

 

 

 Uzay aracının içinde yer çekimi niçin sıfırdır?

 

Uzay mekiğinin içindeki astronotların havada yüzer gibi dolaGtıklarını, eGyaların ortalarda
uçuGtuklarını televizyonda görmüGsünüzdür. Uzay mekiğinin dönüp durduğu yükseklik, dünyanın
boyutları ile mukayese edildiğinde o kadar da fazla değildir. Peki nasıl oluyor da bu kadar bir
yükseklikte yer çekimi sıfırlanıyor? Koskoca Ay'ı bile yörüngesinde tutan dünyamızın çekim
gücü, ufacık bir uzay aracına nasıl etkili olamıyor?

Aslına uzay aracında da yer çekiminin yok olması söz konusu değildir. "Yerçekimsiz ortam"
deyimi doğrudur ama bu, mekiğin yörüngesindeki uçuGundan doğan bir durumdur.

Astronotları (veya kozmonotları) bu ortama alıGtırmak için özel hazırlanmıG yolcu uçaklarının
kullanıldıklarını duymuGsunuzdur. Uçak belirli bir yüksekliğe gelince aniden ve hızla bir eğri
çizerek yere doğru iniGe geçer. Saniyeler süren bir sürede uçağın içinde yer çekimsiz ortam
yaratılmıG olur.

Uzay mekiğinin ve uzay istasyonlarının dünya etrafında dönüGü, uçağın yaptığı hareketin veya
çizdiği rotanın sürekli olan bir Geklidir. Yerden bakınca düz gidiyormuG gibi görünür ama uzay
aracı devamlı düGüG halindedir. Eğer düz gitseydi (uzaydan baktığınızı düGünün) yörüngeden
çıkar giderdi. Nasıl lunaparkta eğlence trenleri önce yükseğe çıkar sonra oradan hızla düGermiG
gibi inerse, uzay aracının da dönüGü, aslında bu düGüG hareketinin devamlı bir halidir.

Uzay araçlarının uçtukları yükseklikte Güphesiz yer çekimi vardır ama bu sadece aracı yörüngede
tutmaya yarar. Dünya'dan Ay'a doğru düz bir hat üzerinde yolculuk yaptığınızı düGünün. Ay ile
Dünya arasında öyle bir nokta vardır ki burada Dünya'nın yerçekimi kuvveti biter Ay'ınki baGlar.
Yani uzayda nereye giderseniz gidin bir Geyin sizi çekmesinden kurtuluG yoktur.

 

 

 

 Ay'sız Dünya nasıl olurdu?

 

GüneG sistemimiz oluGurken koGullar çok az farklı olsaydı, bizler için her Gey değiGik olabilirdi.
Dünyanın madde dağılımı, büyüklüğü, enerjisi, dönme ekseni açısı, atmosfer ve mevsimler çok
farklı olabilirdi. Dünyamızda hayat belki yine gerçekleGebilirdi ama farklı Gekilde. Bu hali ile
sanki her Gey, en ince detayına kadar insan için özel olarak hazırlanmıG gibidir.

Peki bu oluGum içinde ayın görevi nedir? Nasıl oluGtuğu ve dünyanın yörüngesine nasıl girdiği
hala büyük bir sır olan Ay'ın bu mükemmel düzen içindeki yeri nedir? YaGamın oluGmasına ne
katkısı vardır? Ay olmasaydı ne olurdu?

Dünyadaki yaGam koGulları bakımından Ay'dan kaynaklanan hiçbir olumsuz etken yoktur. Yani
Ay'ın varlığının hiç bir zararı yoktur. Ya yararı?

Ay'ın dünya üzerindeki en büyük etkisi, çekim gücü nedeniyle onun kendi etrafındaki dönüG


hızını yavaGlatıp, bildiğimiz günlük periyoduna getirmesidir. Ay'ın olmaması dünyanın dönüG
hızının artmasına, yaklaGık 15 saatlik bir gün süresinin oluGmasına sebep olacak, günler
kısalacak, canlılardaki biyolojik saat alt üst olacak, yaGam biçimleri ve yapılan farklılaGabilecek
buna ayak uyduramayanlar yok olacak, fırtına, kasırga gibi atmosferik olaylar çok
Giddetlenecekti.

Neyi değiGtireceği bilinmez ama Ay'ın yokluğunda artık Ay ve GüneG tutulmaları da olmazdı.
Dünya üzerindeki gel-git olaylarının yüzde 70'i Ay'dan, diğer yüzde 30'u ise GüneG ve
gezegenlerden kaynaklandığı için Ay olmayınca, gel-git olayları da yüzde 70 azalırdı.

Denizlerdeki gel-git olayı en çok Kanada'da Fundy körfezinde meydana gelir. Bu sırada deniz
15,4 metre yükselir. Bu olay ManG sahillerinde 11,5 metre, Çanakkale Boğazı'nda 5-6 santimetre
olup Gstanbul Boğazı'nda pek hissedilmez. Ay'ın etkisiyle yalnız denizler değil karalar da
hareketlenir. Kara parçalarında saptanan en büyük yükselme ise 50 santimetredir.

Astronomik gözlemlerde nasıl atmosferimiz iyi görüG almamıza mani teGkil ediyorsa Ay'ın ıGığı
da öyledir. Öyleyse Ay'ın olmaması bu konuda faydalı olacaktı. Dünya'nın yörünge hareketindeki
Ay'dan kaynaklanan küçük salınım hareketleri yavaG yavaG ortadan kalkacak ama dünyanın
dönme ekseni bundan pek etkilenmeyecekti.

Ay uzay boGluğunda baGıboG gezen göktaGlarına karGı bir kalkan görevi yaptığından, yokluğunda
dünya yüzeyine daha fazla göktaGı düGebilecekti.

Ay olmayınca etkinliklerini geceleri Ay ıGığında sürdürebilen bir çok canlı türü de bunu
yapamayacaklardı. Ay olmasaydı insanların dolunaydan etkilenmesi ve kurt adam hikayeleri de
ortadan kalkacak ama en önemlisi romantik çiftlerin el ele tutuGup seyrettikleri, gökyüzündeki o
muhteGem manzara olmayacaktı.

 

 

 

 Kuyruklu yıldızların niçin kuyrukları vardır?

 

Kuyruklu yıldızların diğer gökcisimlerinden farklı ve gizemli Gekilleri, aniden ortaya çıkıp bir
süre sonra yok olmaları, onların tarih boyunca insanlar tarafından Tanrıların habercileri olarak
algılanmalarına yol açmıGtır. Onların ölüm ve felaket habercileri olduklarına, kuraklık, sel, açlık
gibi büyük doğal afetlerin ve salgın hastalıkların hatta her iki dünya savaGının da o sıralarda
görülen kuyruklu yıldızlardan kaynaklandığına inanılmıGtır. Milattan önce 43 yılında Sezar'ın
ölümünden sonra çok parlak bir kuyruklu yıldız görüldü ve onun Roma imparatorunun göğe
yükselen ruhu olduğuna inanıldı. Böylece kuyruklu yıldızlardan ünlü kiGilerin ölüm haberlerini
almak gibi bir boG inanç daha yerleGti.

Bilim insanları GüneG sistemimizden çok uzakta ama yine GüneG çekimine bağlı olarak bir
yörüngede dönen, her birinin kütlesi ve boyutu dünyamızdan çok az olan kirli kar topu Geklinde
milyarlarca kuyruklu yıldız olduğuna inanıyorlar.

Bu görüGe göre baGlangıçta görkemli kuyrukları olmayan bu gök cisimlerinden bazıları sistem
içindeki karGılıklı çekim güçleri nedeni ile GüneG'e doğru hareket etmeye baGlıyorlar.

GüneG'e yaklaGtıkça, dıG katmanlarında donmuG halde bulunan uçucu gazlar (karbondioksit, su,
metan amonyum, vb.) hızla buharlaGmaya baGlıyor. GüneG'e yaklaGtıkça cismin etrafını gaz bulutu
olarak sarıyorlar.

GüneG yüzeyinde devamlı patlamalar olduğundan ve uzaya büyük hızlarla gaz bulutları
fırlatıldığından, cisim GüneG'e iyice yaklaGtığında bunların etki alanına giriyor ve etrafındaki gaz
bulutu GüneG'in tersi yöne doğru savrularak bir kuyruk görünümünü oluGturuyor. Bu nedenle
kuyruklu yıldızların kuyruklarının yönleri hep GüneG yönünün ters tarafındadır.


Kuyruklu yıldızın kuyruğunun parlaklığına GüneG ıGınlarının, gaz bulutu ve parçacıklardan
yansımaları neden olur. Aslında büyüklüklerine bağlı olarak kuyruklu yıldızlar kuyruklarından
sürekli madde kaybederler. Sonunda gök taGları haline gelen kuyruklu yıldız kalıntıları, dünya
yakınından geçerken bize akan yıldız yağmurları olarak görünürler.

Eğer dünyamız bir kuyruklu yıldızın kuyruğu içinden geçerse ne olur? Bu, korkulacak bir Gey
değildir. Çünkü kuyruklu yıldızların kuyrukları yoğun değildir ve dünyanın bu kuyruk içinden
geçmesi ona hiçbir Gekilde etkide bulunmaz. Nitekim Halley kuyruklu yıldızı 1910'da geldiğinde,
Dünya onun kuyruğunun içinden geçmiGti ve bunun yeryüzüne bir zararı olmamıGtı.
Zamanımızda kuyruklu yıldızların normal gök cisimleri oldukları biliniyor. Bunlar çok büyük
hacimli kuyruklarından dolayı korkutucu görünen aslında küçük ve hafif cisimlerdir. 12. yüzyılın
ortalarından itibaren bilimin bunların yapılan ve ne olduklarını çözmeye baGlamasından sonra
halkın peGin hükümleri ve korkuları kaybolmaya baGlamıGtır.

 

 

 

 Ay'ın nasıl oluGtuğu niçin hala bilinemiyor?

 

Ay'ın kütlesi Dünya'nın 81'de biri kadardır ve bir gezegen uydusu olabilmek için çok büyüktür.
GüneG sistemimizde baGka örneği yoktur. Gerçi Jüpiter, Satürn ve Neptün'ün de Ay'ın boyut ve
kütlesine yakın uyduları vardır ama bu gezegenlerin kütleleri de dünyamızdan sırasıyla 318, 95
ve 12 kat daha çoktur. Bu durumda Ay'ın oluGumu özel bir problem niteliğini taGıyor.
Dünyamızın tek doğal uydusu, uzaydaki en yakın komGumuz Ay, binlerce yıl önceki uygarlıklar
tarafından Tanrıça olarak değerlendirilirken, zamanla düzenli hareketleri ile takvimin oluGmasını
da sağlamıGtır.

Yakınlığı nedeni ile gözlemlenmesi kolay olan Ay'ın 17. yüzyılın baGından itibaren teleskopla
incelenmesine de baGlandı ve bu geliGim 1969 yılında Ay'a ilk defa bir insanın ayak basmasıyla
son aGamasına geldi.

Bütün bu geliGmelere rağmen Ay'ın nasıl oluGtuğu hala bilinmiyor. YaGının diğer gezegenler gibi
dört küsur milyar yıl olduğu, Gu anda dıGında ve içinde hiçbir faaliyet olmayan ölü bir gök cismi
olduğu, Dünya ile karGılıklı çekim gücü sonucunda denizlerde gel-git olayını yarattığı ve
Dünya'nın dönüGünü gittikçe yavaGlattığı biliniyor ama nereden geldi, nasıl oluGtu halen meçhul.
Ayın oluGumu hakkında üç teori vardır. Birincisi, dünyanın oluGumunun baGlangıcında çok hızlı
döndüğü ve bu nedenle bir parçasının koparak Ay'ı oluGturduğu Geklindedir. Yapılan
hesaplamalara göre bu kopma olayının meydana gelebilmesi için Dünya'nın o zamanlar kendi
ekseni etrafında iki saatte bir dönüG yapması gerekiyordu ki, bilimsel verilere göre, bu, mümkün
değildir. Ayrıca Dünya'mn ve Ay'ın yapılarındaki kimyasal birleGimlerin çok farklı olması ve
bunun Ay'dan getirilen aytaGlarının analizleri sonucunda ispatlanması birinci teorinin
doğruluğunu mümkün kılmamaktadır.

Gkinci teori ise Ay'ın dünyanın yakınlarından geçerken, çekim alanına takılan bir gök cismi
olduğudur. Bu tez, birinci teorideki kimyasal birleGim farkını açıklar ama bu Gekilde, ayın hızını
frenleyerek, yakalamayı sağlayacak büyük enerji miktarını bugüne kadar bilinen hiç bir
oluGumun sağlayamayacağı hesap edilmiGtir.

Üçüncü teoriye göre, Ay Dünya çevresinde dolanan, gaz, toz ve küçük taGlardan meydana gelen
parçacıkların zamanla bir araya gelmesi sonucu oluGmuGtur. Ancak bu da Ay'ın yörünge
uzaklığını, neden büyük bir demir çekirdeğe sahip olmadığını ve kimyasal farklılığı açıklayamaz.
Yani hiçbir teori ayın oluGumuna ait tutarlı bir açıklama getirememiGtir.

Günümüzde Ay'ın tarihi çok iyi bilinmesine, 1969 ile 1972 yılları arasında Apollo projesi


kapsamında üzerinde insanlar dolaGıp, dünyaya örnekler getirmelerine rağmen Ay'ın nasıl
oluGtuğu halen büyük bir sırdır.

Öyle görünüyor ki, günümüz bilimindeki tüm geliGmelere ve bu yoldaki gayretlere rağmen,
biricik uydumuz Ay, sırlarını Gimdilik bize açıklamak istemiyor. Ancak Gurası mutlak ki, Ay
genetik olarak dünyamızın yavrusu değil. Nereden geldi, kim bilir?

 

 

 

 Ay'ın sahibi kimdir?

 

Bu gün Ay yüzeyine dikilmiG tek bayrak ABD'ye ait. Aya ilk ayak basmanın yanında 1969-1972
yılları arasında 12 ABD'li astronot ay yüzeyinde dolaGtılar, toplam 170 saat Ay'da kaldılar. Bu
arada sağa sola kilometrelerce yürüyüG yaptılar. Dünyaya dönüGlerinde 400 kilogram kaya ve
toprak örneği, 30 bin fotoğraf getirdiler.

Bütün bunlar az Gey değil. Onca çalıGma, emek, bilgi, para ve risk. Ay için sarf edilen ve
katlanılan bunca Geye karGılık Ay'ın ABD'ye ait olması pek mantıksız gelmiyor. Niçin Ay'ı da bir
eyaletleri ilan edip bayraklarına bir yıldız daha ilave etmediler? Aslında insanların çoğu
tarafından, Neil Armstrong'un aya ilk ayak basığından ve oraya ABD bayrağını dikmesinden beri
Ay'ın ABD malı ve toprağı olduğu sanılıyor. Ancak bu bayrak sembolik açıdan bir önem taGıyor
ve Gimdilik Ay kimseye ait değil.

Sovyet Rusya ile ABD'nin uzaya gitme yarıGına baGlamaları ile birlikle uzayı sahiplenme konusu
da gündeme geldi. Sonunda 1968 yılında, yani Ay'a seyahatten bir yıl önce yapılan uluslararası
bir anlaGma ile çözüme ulaGıldı. Ay'ın ve diğer gökcisimlerinin ve uzayın araGlırılması ve
kullanılması konusunda belirli kurallar getirildi.

Bu anlaGmaya göre, uzay hiç bir Gekilde ve hiç bir ulus tarafından sahiplenilemez. Tüm dünyanın
malı olarak kabul edilen Antarktika gibi uzay ve Ay kimseye ait değil veya herkese ait. Gsteyen
gidebilir.

 

 

 

 Yıldız kayması nasıl oluyor?

 

Geceleyin açık bir havada gökyüzünü seyrederken, çeGitli renk ve parlaklıktaki yıldızların
oluGturduğu o inanılmaz ve muhteGem manzaranın içinden bir yıldızın parlak bir çizgi çizerek
kayıp gittiğini muhakkak görmüGsünüzdür.

Bu sırada içinizden bir dilek tutup, bu dileğin gerçekleGmesi için de gördüğünüzden kimseye
bahsetmemiGsinizdir herhalde. Çünkü insanlar arasında, bir yıldız kaydığında, o yıldızın öleceği
ve ölmeden önce dilek dileyenin arzusunu yerine getireceği inanıGı yaygındır.

Halk arasında yıldız kayması diye tanımlanan bu olayın aslında yıldızlarla hiç bir ilgisi yoktur.
Yıldızlar dünyadan milyarlarca kilometre ötedeki uzak güneGlerdir. GüneG sistemimizin içinde
GüneG ve gezegenlerin çekim kuvvetleri arasında bir oraya bir buraya gezinen sayısız göktaGı
vardır.

Bunlardan Dünya'nın yakınından geçerken çekim alanına girenler, hızla atmosfere dalarlar.
Sürtünmeden dolayı ısınırlar, yanarlar ve arkalarında parlak, çizgi gibi bir iz bırakırlar. Sonunda
tamamına yakını, düGüGün son anında görülen parlamayı takiben yok olurlar.

Yer atmosferine her yıl toplamı 15 bin ton olan 200 bin kadar göktaGı düGtüğü kabul ediliyor. Bu
hesaba göre yerin kütlesi 4,5 milyar yıllık ömrü içinde gelen göktaGları sayesinde epeyce artmıG


olması gerekiyor. Dünya'ya düGen göktaGlarının incelenmeleri sonucu içlerinde dünyada var
olmayan yeni bir elemente rastlanmamıGtır.

Atmosfere girdiklerinde yanan ve çoğunlukla yok olan göktaGlarına "meteor" denilirken
bunlardan yere ulaGmayı baGaranlara da "meteorit" deniliyor. Dünyamızın büyük bir kısmı
okyanuslarla kaplı olduğundan yere ulaGabilen göktaGlarının çoğu da buralara düGerler. Ancak
Dünya'nın bir çok yerinde de karalar üzerinde meteoritlerin yol açtığı izler ve çukurlar vardır.

Ülkemizde rastlanan en büyük göktaGı 25 kilogram olup Domaniç yaylasında bulunmuGtur.
Dünyada bilinen göktaGlarının en büyüğü ise güneybatı Afrika'da Grootfentein'de bulunan
göktaGıdır ve kütlesi 80 ton kadardır.

Bugüne kadar dünyada 20 civarında insanın göktaGı isabeti nedeniyle yaralandığı tespit
edilmiGtir. Yani uzayda, binlerce yıl boyunca, milyarlarca kilometre yol alan bir taG, atmosfere
çok uygun bir açıdan girsin, yanmadan yere kadar ulaGarak gelsin kafanıza düGsün. GGte kısmet
diye buna denir!

 

 

 

 GökkuGağı niçin yuvarlaktır?

 

Su damlası ve yakıcı güneG. GGte gökkuGağı bunlardan oluGur. Atalarımız gökkuGağından çok
korkarlardı. Onu Tanrıların elçi-+lerinin geçmesi için yapılmıG bir köprü olarak görüyorlardı.
Yağmur ve güneG ile iliGkisi ilk olarak milattan önce 310 yıllarında Aristoteles tarafından ileri
sürüldü. Günümüzde ise bir sır olmaktan çıktı.

Altından geçenin cinsiyetinin değiGeceği veya yere değdiği noktada bir küp altın gömülü olduğu
lafları sadece Gakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuGağı oluGmuyor. Herkesin
bakıG yönüne göre, gördüğü gökkuGağı farklı yerde oluyor. GökkuGağının görüldüğü yere doğru
gidilince görülebildiği sürece kiGiye hep aynı mesafede kalıyor.

Gökyüzünde gökkuGağı gördüğünüz vakit biliniz ki, o yağmur damlalarından oluGmaktadır ama
güneG kesinlikle arkanızdadır. GüneGin paralel ıGınları baGınızın üstünden geçerek yağmur
damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ıGığı renklerine ayıracak bir prizma görevi
görürler.

Sarı gibi görünmesine rağmen güneG ıGığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir.
Yağmur damlasının içine girince kırmızı, turuncu, sarı, yeGil, mavi, lacivert ve mor renklere
ayrıGır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dıGındadır.

Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir Gekildedir.
GüneG ıGığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. Gçinde renklere ayrıdır ve
kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. IGığın damlanın ön yüzünden değil de arka
yüzünden yansımasının nedeni içbükey, dıGbükey mercek özelliklerindendir.

AyrıGmıG renkler, içbükey arka yüzden çeGitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili
renklerden oluGmuG bir bant Geklinde görünüyorlar. GökkuGağını görebilmek için GüneG, biz ve
yağmur damlaları, muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi
milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ıGınların gözümüze geliG açıları mutlaka aynı
olmalıdır ki biz gökkuGağını görebilelim.

Yağmur damlalarından yansıyan ıGınların gözümüzde odaklaGabilmeleri için bir daire Geklinde
dizilmiG olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ıGığı renklere
ayrıGtırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar
gözümüze odaklaGırlar.

Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmıG ıGınları


görebildiğimizden gökkuGağını da yarım daire Geklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek
bir dağdan baktığımızda gökkuGağını tam daire Geklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.

GüneG ne kadar yüksekse gökkuGağı dairesi de o kadar aGağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli
gökkuGağını sabah ve akGam yağıGlarından sonra daha çok görürüz.

Genellikle fark edilmez ama gökkuGağı daima içice iki halkadan oluGur. Gkinci kuGak pek dikkat
çekmez. Bir ikinci zayıf kuGağın daha bulunmasının nedeni bazı güneG ıGıklarının su damlasının
iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır, Böylece parlaklıklarını yitiren ıGıklardan oluGan
ikinci gökkuGağı zar zor görülür. Birinci kuGakta kırmızı renk Geridin en dıGında iken ikinci
kuGakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.

 

 

 

 Barometre ne iGe yarar?

 

Barometre hava basıncını ölçmeye yarar. Bir çoklarımızın evinde termometre vardır da barometre
yoktur. Olanların da çoğu için pek mana ifade etmez. Halbuki barometre hava tahmininde en
önemli araçtır.

Çok sağlıklı hava tahminleri meteoroloji balonları, Gimdilerde ise uydular vasıtası ile yapılıyor
ama evinizde barometrenin düGüG veya yükseliGini takip ederek, bir de rüzgar yönünü
gözlemleyerek hava tahminini rahatlıkla yapabilirsiniz.

Örneğin barometre 30'un üstünde gösteriyor ve yükselmeye devam ediyorsa hava açık olacak ve
rüzgar Giddeti azalacak demektir. Eğer 30'un altında ve düGmeye devam ediyorsa hava bulutlu ve
rüzgarlı olacak, hatta fırtına gelebilecektir.

Atmosferdeki hava basıncındaki değiGiklikler rüzgarları yaratırlar. Ancak hava basıncındaki
değiGiklik tek baGına o günkü veya gelecek günlerde oluGacak hava durumları hakkında yeterli
bilgi veremez. Eğer rüzgar yönünü de biliyorsanız o zaman kısa dönemler için pratik tahminler
yapabilirsiniz. gimdi rüzgar yönleri, barometrenin durumu ve bunlara göre oluGabilecek hava
durumlarına bir bakalım:

 

Rüzgar yönü

 

Barometre

 

Hava durumu

 

güneydoğu-kuzeydoğu

 

yavaGça düGüyor

hızla düGüyor

 

12-18 saat içinde
yağmur rüzgar
artacak, 12 saat
içinde yağmur

 

güney-güneydoğu

 

yavaGça düGüyor

hızla düGüyor

 

24 saat içinde
yağmur rüzgar
artacak, 12-24 saat
içinde yağmur

 

güneybatı-kuzeybatı

 

sabit

hızla yükseliyor

 

1-2 gün için güzel
hava, 2 gün içinde
yağmur

 

güneybatı-kuzeybatı

 

sabit

yavaGça düGüyor

 

2 gün için güzel
hava, hava sıcaklığı

 


yavaGça düGecek

 

 

 

 Diyelim ki evinizde bir barometre yok. Problem değil. Hava basıncını ölçmenin diğer pratik
yolları da var. Bir fincan kahve de aynı iGi görebilir. Eğer kahve üzerindeki kabarcık ve köpükler
fincanın ortasında toplanıyorlarsa hava basıncı yüksek, kenarlara doğru yayıiıyorlarsa basınç
düGük demektir.

 

 

 

 

 

 GüneG daha ne kadar süre ısı ve ıGık verebilir?

 

GüneG sistemimiz, bizim GüneG adını verdiğimiz tek bir yıldız ve onun etrafında dönen dokuz
gezegen, bu gezegenlerin etrafında dönen 60'dan fazla uydu (Ay), yine GüneG'in etrafında dönen
gezegen olarak kabul edilemeyecek kadar küçük 5 bin civarında astroit, sayısız göktaGı, toz ve
parçalardan oluGur. GüneG bu sistemdeki enerjinin de tek güç kaynağıdır.

GüneG'e baktığımızda katı bir maddeymiG gibi görürüz ama aslında yanan bir gaz kütlesinden
baGka bir Gey değildir. Bilim insanlarına göre GüneG'ten söz ederken yüzey kelimesini kullanmak
hatalıdır çünkü GüneG tamamen gazdan oluGmuGtur. GüneG'in fotoğraflarında görülen keskin
köGeler ise gazın yoğunluğunun birdenbire arttığı yerlerdir.

GüneG evreni dolduran milyarlarca yıldızdan biridir. Üstelik tamamıyla sıradan bir yıldızdır.
Gezegenimizin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde tam 200 milyar güneG bulunuyor.
Bizim güneGimiz de bunlardan farklı bir oluGum değil.

GüneG bize çok yakın (150 milyon kilometre) olduğu için çok büyük ve parlak görünür. GüneGten
sonra bilinen en yakın yıldızın, bu mesafenin 250 bin katı daha uzakta olduğu düGünülürse,
GüneG'e burnumuzun dibinde diyebiliriz.

Dünyamızdan bakınca GüneG sabitmiG gibi görünür ama o da kendi ekseni etrafında döner. DönüG
yönü dünyanınkine göre terstir. Katı bir cisim olmadığından ekvatoru üzerindeki bir nokta 24,5
günde tam dönüG yaparken daha kuzeydeki bir noktası 31 günde yapar. Yani kutuplarına gittikçe
dönüG hızı yavaGlar.

GüneG'in ısı ve ıGık olarak yaydığı enerji, merkezinin hemen çevresinde sürüp giden nükleer
tepkime (hidrojen bombasında olduğu gibi) yani hidrojen atomlarının helyum atomlarına
dönüGürken çıkardığı büyük enerjidir. GüneG tarafından saniyede yakılan hidrojen miktarı 564
milyon tondur. Bunun yüzde 0,7'si ise doğrudan enerjiye çevrilmekte, ısı ve ıGın yayınımına
gitmektedir.

Yeryüzünde yaGam GüneG ıGınlarına bağlı olduğuna göre, GüneG'in insanlar için gerekli olan
enerjiyi daha ne kadar zaman sürdürebileceğini bilmek hakkımızdır. GüneG'in Gu andaki enerji
durumunda önümüzdeki 5 milyar yılda önemli bir değiGiklik olmayacak, aynı Gekilde ısı ve ıGık
vermeye devam edecektir.

Daha sonra genleGmeye baGlayacak, sıcaklığı bugünküne göre yüzdde 20 artacak dev bir kızıl
yıldıza dönüGecektir. O zaman yeryüzündeki sıcaklık dayanılmaz bir yüksekliğe ulaGacak,
okyanuslar kaynayıp buharlaGacak ve gezegenimiz bizim bildiğimiz türden bir hayatın var olduğu
bir yer olmaktan çıkacaktır. Ancak 5 milyar yıl hayli uzun bir zaman süresidir, Gimdiden telaGa
kapılmaya gerek yoktur.

 


 

 

 

 

 Arılar peteklerini neden altıgen yaparlar?

 

Altıgen diğer çokgenlere gore kenar uzunluklarının toplamı en kısa olan Gekildir. Bunu bilen arı
peteğini altıgen yaparak en az malzemeyle en fazla peteği üretir. Böylelikle malzeme tasarruflu
kullanarak balmumu israfı önlemiG olur. Ayrıca altıgenler, yapıldığı petekte üretilen balı
muhafaza etmek açısından maksimum hacim sağlar. Bir arı kolonisi peteklerini yatayla 7-8
derecelik bir açı yapacak Gekilde inGaa eder. Bunun nedeni peteğin içine bırakılan balın yere
dökülmemesidir. Ve bu açı hiçbir zaman GaGmamamıGtır.

 

 

 

 

 

 Feng-Shui nedir?

 

Feng Shui Çin'in 3500 yıllık uyumlu bir ortam yaratmak için kullandığı bir yöntemdir.Kelime
anlamı ise, "rüzgâr - su" dur. Bu iki güç Çinliler'e göre, yeryüzünün eğimini, Geklini,
topografyasını belirler. Feng-Shui metodu yaGanan mekanlardaki enerjiyi, huzur, sağlık ve
bereketi sağlamak ve arttırmak üzere değerlendirmeyi amaçlar.

 

Feng-Shui'ye göre.

***Yatağı pencerenin önüne koymak yanlıstır. Çünkü cam kırılgandır ve güvensizlik yaratır.
Ertesi gün iGinizden kovulma endiGesi duyarsınız. Kendinizi güvende hissetmezsiniz. Uyumak
için önce kendinizi güvende hissetmelisiniz.

 

***Gmzanızda adınız ve soyadınız mutlaka olsun. Soyadınızı yazmak, atalardan gelen enerjiyi de
kullanmanız için gerekiyor. Gmza atarken, adınızda geçen g, y ve ğ'lerin kuyruklarını torba gibi
yapın, bir süre sonra ekonomik olarak ferahladığınızı göreceksiniz. Harflerin bu kuyruklarına
"para torbası" deniyor.

 

***Yatak odanıza arada sırada ateGi getirmek için bir mum yakın. Mümkünse bir kaç da çiçek
olsun. Metal enerjisini kırmalısınız.

 

***Çok önemli bir toplantıya giderken kırmızı iç çamaGırı giyin. Bu sizin enerjinizi artıracak ve
daha dinamik olmanıza yardımcı olacak.

 

***Önemli biriyle kritik bir görüGme yapıyorsanız, etrafınızdaki sütun ya da üçgenlere sizin
değil, onun yüzü dönük olsun. Tehdit altında kalan o olacaktır.

 

***Evlerinizde kare değil de, yumuGak hatlı koltuklar kullanın. Eğer koltuklarınızı
değiGtiremiyorsanız, mutlaka yumuGak yastıklar kullanın. Çünkü evinizde gevGemeniz gerekiyor.

 

***Bembayaz bir eviniz varsa, bitkiler kullanmalısınız. Mavili, yeGilli yatak örtüleriyle, su,


akarsu posterleriyle değiGik bir hava yaratabilirsiniz. Yatağın üzerine yastıklar koyabilirsiniz.

 

***KurutulmuG çiçeklerin de belli bir ömrü var. Uzun süre evlerinizde bulundurmayın. Plastik
çiçeklerin de ağaç enerjisi vardır ancak belli bir süre sonra eskir, enerjisini kaybeder.

 

***Gümüs takı kullanmak insanı olumsuz yönde etkiler, duygusallaGtırır ve ağlama isteği verir.
Depresyona yol açtığı için dikkatli kullanın. Altının daha özel ve iyi bir enerjisi vardır.

 

***Yatak odasında, yattığınız yerden kendinizi bir aynada görüyorsanız, bu uykunuzu bozabilir.
Rüya görmenizi ve dingin uyanmanızı engelleyebilir.

 

***Balkonları depo olarak değerlendirmemeli, kullanmalıyız.

 

***Florasan ıGık insan doğasına aykırıdır.

 

***Dijital saatler kalp ritmini etkiler, uyanmak için baGucunuzda klasik saatler kullanın.

 

 

 

 

 

 

 

 'Mobbing' nedir?

 

Mobbing Gngilizce bir kelime. Saldırma, aGağılama, hor görme anlamlarına geliyor. ÇalıGma
ortamında belirli bir kiGiyi hedef alan ve uzun süre devam eden olumsuz davranıGlar olarak
tanımlanıyor. 'GGyerinde ruhsal taciz' veya 'psikolojik terör' olarak Türkçe'ye çevriliyor.

 

Glk kez 1984'te Gsveçli psikolog Heinz Leymann'ın yaptığı bir araGtırmayla gündeme geldi.
Leymann 'mobbing'i bir ya da birkaç kiGinin bir çalıGana karGı sistematik olarak ve düGmanca
yürüttüğü aktiviteler olarak tanımlıyor. Saldırılar kiGinin itibarını zedelemeyi, onun iletiGim
fırsatlarını ortadan kaldırmayı ve iG baGarısını düGürmeyi hedefliyor. Bu davranıGlar o kiGiyi
bezdirmek ve iGinden istifa etmesini sağlamak amacıyla yani bilinçli bir Gekilde uygulanıyor.

 

Bir Girketin organizasyonundaki bozukluklar ve kötü yönetim otomatik olarak mobbing için
ortam yaratıyor. Bu nedenle en çok hastane, okul veya dini kurumlar gibi otoritenin pek de sıkı
olmadığı ortamlarda rastlanıyor. Belirsizlikten kaynaklanan otorite boGluğunda güçlü güçsüzü
eziyor. girketin üst yönetimi bu problemi çözmek yerine görmezlikten gelirse problem
derinleGiyor ve büyüyor.

 

 

 

 

 

 Glk bilgisayar nasıl ortaya çıktı?

 


Gnsanoğlunun ilk hesap makinesi abaküslerdir ve abaküse benzeyen ilk araçlar bundan 3,000 sene
önce kullanılmıGtır. Otomatik hareketlerden yararlanan ilk toplama makinesini Blaise Pascal
geliGtirmiGtir. Pascal bu makineyi tasarlarken, bir tarafa doğru döndürülen diGli çarkların
hareketinden faydalanmıGtır. Daha sonra Leibniz aynı prensiple çarpma iGlemi de yapabilen bir
makine daha geliGtirmiGtir.

 

Hesaplamada elektronik sistemin öncüsü Gngiliz bilim adamı Charles Babbage'dir. Babbage'nin
Analitik Motor adını verdiği cihaz, belli bir programlama içinde hesapları otomatik olarak
yapabilmekteydi.

 

Gerçek anlamda bilgisayarlar, 1941 yılında Berlin'de Kondrad Zuse tarafından geliGtirilmiGtir.
Onun yaptığı bilgisayar, elektron lambalarından oluGuyordu ve aynı yıllarda Busines Machines
Corporation adlı firmanın yaptığı otomatik bilgisayardan çok daha hızlı çalıGıyordu.

 

1946'da, Amerikalı J. Presper Erchert ve John W. Mauchly, yüksek iGlem hızına sahip tam
elektronik ilk sayısal bilgisayarı geliGtirdiler. 17,500 civarında elektron tüpü, 1,500 röle, 70,000
direnç ve 10,000 kondansatörden oluGmuG 30 ton ağırlığındaki bu dev makina, on haneli 5,000
sayıyı bir saniye içinde toplayabiliyordu.

 

Sonraki yıllarda inanılmaz bir süratle geliGtirilen bilgisayarlar, bilgiyi çabuk ve doğru bir Gekilde
iGleme ve saklama özellikleri nedeniyle, kısa sürede günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline
geldiler. Bilgi üretimi ve dolaGımı hızlandı. Bu geliGmeler sayesinde, bir toplumun bütün
bireylerinin bilgiye kolayca ulaGmaları ve onu tüketmeleri mümkün oldu.

 

Bilgi toplumunun oluGumunu hızlandıran bu geliGmelerin yanısıra, basımevlerinden uzay
gemilerine kadar hemen bütün makina ve araçların kontrolünü de bilgisayarlar üstlenmeye
baGladı. Böylece insanlar uzun süre alan ve oldukça karmaGık olan yorucu ve bıktırıcı iGlerden
kurtuldular.

 

 

 

 

 

 Demokritos kimdir?

 

Yunan filozofudur (M.Ö. 460-370). Doğa filozoflarının sonuncusu olan Demokritos, Abdera'da
doğdu. Mısır'da beG yıl kalan ve Asya'yı baGtan baGa dolaGan Demokritos, çeGitli bilginlerle,
özellikle matematikçilerle dostluk kurduktan sonra Atina'ya dönerek kendisini bütünüyle
felsefeye adamıGtır

 

M.Ö. 420'ye doğru Abdera'da kendi felsefe okulunu kurmuGtur. Mekanist ve atomcu bir
maddeciliğe dayanan felsefesine göre doğa, bölünmez parçacıklar olan atomlardan oluGmuGtur ve
her Gey sürekli hareket eden bu atomların çeGitli biçimlerde bir araya gelmelerinden oluGur; yani
"hiçbir Gey hiçten doğmaz".

 

Demokritos için, atom teorisinin öncüsüdür denebilir. Demokritos'a göre atomların
devinimlerinin ardında hiçbir bilinçli "amaç" yoktur. Doğa, tamamen mekanik bir Geydir. Bu her


Geyin "rastlantısal" bir biçimde oluGtuğu anlamına gelmez, çünkü her Gey doğanın değiGmez
yasalarını izler.

 

Demokritos, olup biten her Geyin ardında bir doğallık, bir neden olduğunu ileri sürüyordu. Bir
keresinde de, Pers ülkesine kral olmaktansa böyle bir doğal neden keGfetmiG olmayı yeğlediğini
söylemiGti.

 

Demokritos'a göre atom teorisi algılarımızı da açıklayabiliyordu. Ona göre algılayıGımızın
nedeni, atomların boGlukta hareket ediGleriydi. Ay'ı görmemizin nedeni "Ay'ın atomlarının"
gözümüze girmesiydi.

 

Demokritos, insanlık tarihinin baGlangıcını merak etmiG ve insanların önceleri hayvanlarınkine
benzer bir yaGam sürdüklerini ileri sürmüGtür. Ona göre akıllı bir yaratık olan insanı, buluGlara
yönelten zorunluluklardır ve insanlar "ilerleme" sonucu "kültür"e sahip olmuGtur.

 

 

 

 

 

 Renklerin hayatımızdaki etkileri neler?

 

Renklerin insanlar üzerindeki etkisi hiç de yabana atılır cinsten değil. Her ne kadar 'zevkler ve
renkler tartıGılmaz'dense de uzmanların elde ettikleri dikkat çekici sonuçların bu tartıGmanın
yapılmasında gecikildiğini açıkça gösteriyor.

 

Renkler, kendi dilleriyle karGınızdakine, muhattabınıza sizin karakterinizi sizden önce anlatıyor.
GGte renklerin yadsınamaz etkisini farkeden batılı Girketler, bunu iG hayatında sıklıkla kullanmaya
baGlamıG ve çok da baGarılı olmuGlar.

 

Hayatımızı Gekillendiren, bizi kimi zaman neGeli, kimi zaman da düGünceli yapan renkler ve
marifetleri saymakla bitmez. GGte renklerin dünyası, Girketlerin bunu nasıl kullandıkları ve bizle
nasıl olnadıkları:

 

KAHVERENGG

Kansas Üniversitesi Sanat Müzesi'nde bir araGtırma için halının altını elektronik bir sistemle
donatmıGlar; duvar rengini beyaz ve kahverengi olarak değiGebilir yapmıGlar. Arka fon beyaz
kullanıldığında, insanlar müzede yavaG hareket etmiG, daha uzun süre kalıp, daha fazla alanda
dolaGmıGlar. Arka fon kahverengiye döndüğünde ise, insanlar müzede çok daha hızlı hareket edip,
daha az alan dolaGmıG ve müzeyi çok daha kısa sürede terketmiGler.

 

Dikkat ederseniz dünyadaki fast-food restaurantlarının hepsinin sandalyeleri ve masaları
kahverengi, duvar boyaları ise kahverengi-Gampanya-pembe karıGımıdır. Hiçbir fast-foodcunun
duvarını beyaz göremezsiniz. Burger King, Kentucky Fried Chicken ve benzer fast-foodlar
yıllardır bilinçli olarak tüm duvarlarını baGtan aGağıya kahverengi ağaç kaplama yaparlar.

 

KIRMIZI

Kırmızı, iGtah açar. Dünyadaki ünlü gıda firmalarının hepsinin logosunun kırmızı olduğunu


hayretle farkedeceksiniz; Coca Cola, Pizza Hut, McDonald's, Ülker, Burger King. Bu listeyi
binlere çıkarabilirsiniz.

 

Kırmızı tansiyonu yükseltir ve kan akıGını hızlandırır. 'Peki boğalar niye kırmızı renge
saldırıyor?'cevabı ise ilginç; maymunların dıGında, araGtırılan hayvanların hemen hepsi
siyah-beyaz görmektedir. Yani boğalar da renk körüdür. Kırmızıya değil, kendilerine sallanan
koyu renkli beze saldırırlar.

 

YEgGL

YeGil, güven verir. O yüzden bankaların logolarında en çok tercih ettikleri iki renkten biridir.
Yatak odası için de rahatlatıcı bir renktir. Batı'da büyük otellerin mutfaklarında duvar renginin,
aGçıların yeniliklerini arttırmak için yeGile boyandığı söylenir.

 

Hastaneler de logo ve iç dizaynlarında yeGili tercih eder. Çünkü rahatlatıcı ve sakinleGtiricidir.
Tabiatı en çok hatırlatan renktir. YeGil alanlarda insanların daha az mide ağrısı çektikleri tespit
edilmiG. Sakız paketlerinde ve sebze satılan yerlerde de yeGil en çok tercih edilen renktir.

 

SGYAH

Siyah, gücü ve tutkuyu temsil eder. Hırsın da bir ifadesidir. Bizde ve Batı'da siyah, matemi
simgelerken Japonya'da mutluluğun simgesidir. Fonda kullanıldığında karamsarlığı çağrıGtırır.
IGığı yok eder. Konsantrasyonu en çok getiren renktir. Einstein'in konsantre olabilmek için
perdeleri siyah, gün ıGığı olmayan bir odaya girip ve bu Gekilde düGündüğü söylenir.

 

MAVG

Freud, maviyi sakin diye niteler. Faber Birren ise tansiyonu düGürdüğünü söyler. Araplar ise mavi
taGların kanın akıGını yavaGlattığına inanırlar. Nazar boncuğu o yüzden mavi taGlıdır.

SakinleGtirici bir renktir, Batı'da bu etkisi yüzünden intiharları azaltmak için köprü korkuluklarını
maviye boyarlar. Mavi ve özellikle lacivert kozmik bir renk olarak kabul edilir; sonsuzluğu,
otoriteyi ve verimliliği çağrıGtırır. Uluslararası toplantılarda tüm devlet baGkanları lacivert takım
elbise giyerler.

Dünyadaki firmaların yarısından fazlası logolarında maviyi kullanırlar. Aynı Gekilde Bill Clinton,
büyük jüriye ifade vermesinden önce mavi kravat takarak, altın bronz karıGımı bir Gekil ve rengi
kullandığını hatırlayın. Daha çok altını ve parayı çağrıGtırır çünkü.

 

MOR

Mor, nevrotik duyguları açığa çıkardığı, insanları bilinçaltında korkuttuğu tespit edilen bir renk.

 

PEMBE

Pembe giyenlere, hizmetlerinden dolayı ödeme yaparken kendimizi daha rahat hissettiğimizi
tespit etmiGler. Gngiltere'de Boots ve Marks and Spencer mağazalarında tüm tezgahtarların pembe
gömlek giydiği bilinir.

 

SARI

Sarı, geçiciliğin ve dikkati çekiciliğin ifadesidir. O yüzden tüm dünyada taksiler sarıdır. Dikkat
çeksin ve geçici olduğu bilinsin diye.

 

Araba kiralama firmaları logolarında hep sarıyı kullanırlar. 'Ürün geçici, lütfen geri getirin'


demek istiyorlar. O yüzden dünyada hiçbir banka ambleminde bildiğimiz sarıyı kullanmaz.
(Portakal ve bronz ya da bakır kimi zaman yer alabilir) Paranın geçici değil, kalıcı olmasını
isterler. Türkiye'de sarıyı logosunda baskın bir renk olarak kullanan tek banka, devlet bankası
Vakıfbank'tır.

 

BEYAZ

Beyaz, istikrarı, devamlılığı ve temizliği simgeler. Bu yüzden üzerinde fazla Gaibeler olanların,
beyaz ağırlıklı kıyafetleri seçmelerinde yarar var. Beyaz elbiseler, sizin temiz olduğunuz imajını
verir.

 

 

 

 

 

 Reiki nedir?

 

Reiki, Gifa ve ruhsal çalıGmalara dayanan binlerce yıllık ve enerji aktarımı ile Gifa vermeye dayalı
bir tekniktir. Batı'ya yayılmaya baGladığında "Evrensel YaGam Enerjisi" olarak tercüme
edilmiGtir. Ancak ezoterik olarak "yüce kaynağın bilincini taGıyan, ruhsal amaçla çalıGan yaGam
gücü enerjisi" açıklaması anlamını daha iyi ortaya koyar. Yani Reiki, bir ruhsal Gifa tekniğidir.

 

Kaynağının Tibet olduğu sanılan Reiki, 19. yüzyılda Japon Budisti olan Dr. Mikao Usui
tarafından yeniden ortaya çıkarılmıG ve bir Gifa tekniği halinde sunulmuGtur.

 

Reiki, bedende meydana gelen enerji dengesizliklerini ve negatif enerji blokajlarını çözebilmek
için yetersiz veya eksik kalan kendi enerji bedenimizi dengeleyip, tamamlayarak ve temelde
bilinç değiGikliği gerçekleGtirerek ruhsal, dolayısıyla da fiziksel iyileGme sürecini baGlatmamız
yolunu açar.

 

Reiki fiziksel, zihinsel, duygusal sorunların tümünde kullanılabilir. Reiki bir din değildir ve
hiçbir inanca bağlı tutulmaz. Japonya, Amerika ve Avrupa'nın bazı bölgelerinde Reiki klinikleri
bulunmaktadır. Türkiye'de de son yıllarda yaygın bir Gekilde kullanılmaktadır.

 

Reiki, bir Reiki Master'ının, öğrencisine Reiki'yi kullanma yeteneğini transfer etmesiyle olur.
Seminere katılan kiGi enerjiyi, enerjinin çalıGma sistemini ve el ile tedavi etmeyi öğrenir.

 

Enerji aktarımı sırasında uygulama yapılan kiGiye, o kiGiden de uygulama yapan kiGiye herhangi
bir problem geçmez. Reiki, uygularken konsantrasyon ve inanmak Gart değildir. Siz inanmasanız
bile o çalıGır ve Gifa verir.

 

 

 

 

 

 

 

 Parapsikoloji nedir?


 

1930.lu yılların baGında ABD'nin Duke Üniversitesi'nde J. B. Rhine ve eGi L. Rhine tarafından
yürütülen çalıGmalarda, psiGik çalıGmaları belirtmek için Almanca "parapsychologie" terimini
kullanmıGlardır. Normal dıGı, farklı psikoloji anlamına gelmektedir.

 

Bu yıllarda telepati, telekinezi ve durugörü çalıGmalarının yoğun olduğu duyu dıGı algılamalar
görülmektedir. Duyu dıGı algılamaları, geçmiGi, Gimdiki zamanı ve geleceği algılama diye önce
üçe ayırmıGlardır. Duyu dıGı algılamalarında kimi insanların daha baGarılı olduğu bilinmektedir.
PsiGik güç denen bu olgu, doğuGtan tüm bireylerde varolmakla beraber, aynı seviyede olmamakta
ve çalıGmalarla ilerletilebilmektedir.

 

Trans haline geçilerek farklı boyutlara gidilebilmesi, bir haritanın üzerinde yapılan çalıGmayla
karada su bulma yöntemine kadar birçok farklı konu, parapsikolojiye dahil olabilmektedir.
Parapsikoloji konusunda birçok kitap yazılmıG ve ayrıca Türkiye de dahil olmak üzere birçok
ülkede seminerler düzenlenmiGtir.

 

Somut dünyadan çok farklı bir konu olan parapsikoloji, yapılamayacağı yapmak, imkansızı
imkanlı hale getirmek gibi farklı bir konu olduğundan büyük ilgi görmektedir.

 

 

 

 

 

 KuGlarda öğrenme nasıl olur?

 

Kanarya, serçe, ispinoz gibi türlerin erkek kuGları, doksan gün içerisinde kendi türünün Garkısını
tamamen öğrenebilir ve bu süreç insanın konuGmayı öğrenmesine benzer biçimde aGamalar
halinde geliGir. Ancak yeni doğan bir kuGa, kendi türüne ve baGka bir türe ait kuG seslerinden
oluGan yapay bir Garkı dinletildiğinde, kuG yalnızca kendi türüne ait olan Garkıyı yapay Garkının
içinden seçerek taklit eder. Demek ki bazı kuGların kendi türlerinin seslerini seçmesine ve
öğrenmesine yarayan doğuGtan sahip olduğu bir beyin mekanizması vardır.

 

Zebra ispinoz kuGunun beynindeki çekirdekler ve bunların birbirleriyle olan bağlantısından
yararlanarak Garkı üretme sistemi oldukça iyi tanımlanmıGtır. KuGun, geliGme döneminde bu
sistemin bazı bölgelerinin etkisiz hale getirilmesi, kuGun Garkısında bazı hatalar yapmasına yol
açmıGtır. Oysa yetiGkinlik döneminde yapılan böyle bir etki, Garkıyı hasara uğratmaz. Ayrıca
araGtırmacılar, erkek kanarya gibi kuGlarda "zenk" adı verilen bir genin varlığını ortaya
çıkartmıGlardır.

 

Bazı sinir hücrelerinde bulunan bu gen, kuGların kendi türlerinin Garkılarını öğrenmeleri
aGamasında etkin olan bir gendir. Bu gen sayesinde, gelecekte araGtırmacılar, bir kuGun kendi
Garkısını öğrenme aGamalarını ortaya koyabileceklerdir. Zenk geni, kuGların öğrenme yetisinin
bazı genlere bağlı olduğunu göstermektedir.

 

Ayrıca yapılan araGtırmalar, kuGların, beyinlerindeki ses kontrol mekanizmalarının çoğunlukla
beyinlerinin sol yarıkürelerinde bulunduğunu göstermiGtir; tıpkı insanlardaki gibi beyinlerinde bir
asimetri vardır.


 

 

 

 

 

 Kertenkeleler neden kuyruklarını bırakırlar?

 

Kuyruklarını bırakma yöntemi, kertenkelelerin bir savunma yöntemidir. BaGka bir hayvan
kendilerine saldırdığında, kertenkele kuyruğunu bırakır. Vücudundan ayrılan kuyruk, kasların
kasılmasıyla bir süre yerde oynamaya devam eder. Saldıran hayvanın dikkati bu yöne
kaydığından, kertenkele hızla oradan uzaklaGır.

 

 

 

 Karıncaların bu özelliklerini biliyor muydunuz?

 

* GGçi karıncaların neredeyse tamamı diGidir. Erkekler çiftleGtikten kısa bir süre sonra ölürler.

* Karıncalar yaklaGık 60 milyon yıldır değiGim geçiriyorlar.

* Kraliçe karınca 20 yıl yaGayabilir. Ve yaGamı boyunca yaptığı tek Gey yumurtlamaktır.

* 500 binin üzerindeki bir karınca grubu bir kuGu, bir domuzu ya da atı öldürebilir.

* Bir karınca kendisinden 50 kat fazla bir ağırlığı taGıyabilecek güçte.

* Karıncalar acımasız savaGçılardır. Isırabilirler, sokabilirler ve arkalarından asit fıGkırtabilirler.

 

 

 

 Penguenler neden paytak yürürler?

 

Penguenlerin tıpkı hacıyatmaz gibi sağa sola sallanarak yürümelerinin sebebini bilimadamları
araGtırdı. Ortaya ilginç bir sonuç çıktı. Kutuplarda yaGayan bu sevimli hayvanlar, enerji tasarrufu
yapmak için sarkaç hareketiyle yürüyorlar. Colorado Üniversitesi'nden Timothy Griffin ve
Rodger Kram, penguenleri San Diego kentindeki Deniz Dünyası Merkezi'nde aylarca süren bir
incelemeye aldı ve ilginç bulgular elde etti.

 

Gki bilimadamı, araGtırmanın sonucunu Göyle açıkladı : "AGırı kısa bacaklı olan penguenler, yana
doğru adımlar atarak kaslarının daha az yorulmasını sağlıyor. Böylece her adımın sonunda bir
sonraki adım için enerji depoluyor. Normal yürümüG olsalar, kendi heybetlerindeki bir hayvandan
iki kat daha fazla enerji harcamaları gerekiyordu. GGte bunu keGfederek bu Gekilde yürümeyi
geliGtirmiGler.

 

Sadece yürümeye baGlarken enerji harcıyorlar, bir de dururken....

 

 

 

 

 

 

 


 Köpekler besinlerini neden gömerler?

 

Köpekler, çevrelerine yakın yerlere, ihtiyaçları olacak yiyecekleri gömerek, besinlerini
depolarlar. Bu, insanlar tarafından istifçilik veya besin depolama olarak adlandırılır. Ev
hayvanları arasında sadece köpekler, kemiklerini gömmeye eğilimi olan hayvanlardır. VahGi
hayatta yaGayan kurtlar, yakaladıkları küçük avları, daha sonra kullanmak üzere gömerler. Evcil
köpekler ise kemiklerini gömdükten sonra onunla ilgilenmez, yani daha sonra çıkarıp, kullanmaz
ve unuturlar. Evde yaGayan köpekler de gıdalarını koltuk araları, halı veya elbiselerin altına vs.
saklar ve koku yardımıyla tesadüfen bulmazlarsa, unuturlar. Demek oluyor ki, evcil köpekler
gömme iGlemini besin ihtiyaçlarını garanti altına almak için yapmamaktadırlar. Bu, tamamen
vahGi hayattan kalma bir içgüdüdür.

 

 

 

 Sakız çiğnemek zayıflatır mı?

 

Bütün bir gün sakız çiğnemek, kuGkusuz sevimli bir iG değil ama bunun insanı zayıflattığı da bir
gerçek. Çünkü çiğneme eylemi, saatte 11 kj.gibi önemli oranda enerji tüketimi oluGturuyor.
ABD.de bulunan Mayo Clinic uzmanları, ciklet çiğneme ile ortalama ne kadar kilo verildiğini
bile hesaplamıGlar. Bir kiGi günde 8 saat boyunca ara vermeden Gekersiz ciklet çiğnediği takdirde
yılda 5 kilo verebiliyor.

 

 

 

 

 

 “Gordion Düğümü” ne demektir, ne ifade eder?

 

Makedonya Kralı Büyük Gskender, M.Ö. 333 yılında Anadolu.nun içlerine girerek Frigya.nın
baGkenti Gordion.a ulaGır. Kendisine kentin ilk kurucusu Gordios.un arabası gösterilir. Arabanın
boyunduruğu, ucu görülmeyen bir düğümle arabanın okuna bağlanmıGtır. GnanıGa göre bu
düğümü çözen Asya.nın fatihi olacaktır. Büyük Gskender düğümü kılıcıyla keser. Bugün bu terim,
çözümü çok zor olan olaylar için kullanılıyor.

 

 Tırnaklar üzerinde neden beyaz lekeler oluGur?

Halk rasında bu olay, organizmanın vitamin eksikliğine bağlanır. Oysa tırnaklar üzerinde zaman
zaman beyaz lekelerin oluGmasının kesinlikle patolojik bir rahatsızlıkla ilgisi yoktur. Bu olayın
nedeni, tırnağın altında küçük bir hava boGluğunun oluGmasıdır. Bu hava boGluğu zaman içinde
büyür ve yukarı doğru çıkar. Daha sonra da kendiliğinden kaybolur. Ancak bu hava boGluğundan
kaynaklanan beyaz lekeleri anımsatan mantar oluGumu tamamen farklı bir Geydir. “Lökonik
hastalığı” adı verilen bu durum, tipik bir deri mantarı rahatsızlığıdır ve genellikle tırnaklarında
mantar olan kiGilerle el sıkıGması yoluyla geçer. Bu hastalık, ağızdan alınan bazı ilaçlarla tedavi
edilir.

 

 Kadınların düğmeleri neden solda?

Giysilerde düğmelerin kullanılmaya baGlandığı ilk zamanlarda, düğmeler hem çabuk
kırılabiliyordu, hem de herkesin almayacağı kadar pahalı idi. Zengin kadınlar da, uzun


elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile giyebiliyorlardı. Hizmetçiler ise hanımlarının
karGısında, onların düğmelerini, sağ ellerini kullanarak daha hızlı ilikleyebiliyorlardı Bu nedenle,
terziler dügmeleri hizmetçilerin sağına, hanımların ise soluna gelecek Gekilde diker oldular.

 

 Gnsanlar niçin tokalaGıyorlar?

TokalaGma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda, tüm erkekler bir silah taGıyor ve
çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu. Bir erkek diğerine dost olduğunu, elinde silah
bulunmadığını göstermek için, boG sağ elini uzatıyor, digeri de aynı Geyi yapıyordu. Ama her iki
taraf da kendini emniyete almak, diğerini aniden silahını çekmesine mani olmak için, birbirinden
emin olana kadar, birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.

 

 Tellere konan kuGlar niçin çarpılmıyorlar?

Gnsanların dokundukları anda kömür oldukları binlerce volt cereyan taGıyan elektrik tellerine
konan kuGlar nasıl oluyor da cereyana kapılmıyorlar? Çünkü topraklanmamıGlardır. Çünkü tam
bir devre meydana getirmezler. Çünkü kısa devre yaratmazlar. Ama kuG kazara elektrik tellerini
taGıyan direğe temas ederse, elektrik akımı kuGun gövdesi ve direk yolu ile toprağa geçer ve kuG
ölür.

 

 

 

 
  Sıradanım ...... Ama , ön sıradan !!!!!!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol